Evliya Çelebi’nin Anlatımıyla; Osmanlı Devrinde Cadılar, Vampirler, Tılsımlar ve Büyücüler
Her konuda anlatacak bir hikâyesi olan Evliya Çelebinin elbette “sihir”, “büyü” ve “cadılar” hakkında da anlatacak bir şeyleri vardır. Seyahati boyunca karşılaştığı pek çok egzotik hikâyeyi, şahit olduğu tılsım, cadı, büyü, büyücü olaylarını ve gözlemlediği doğaüstü varlıkları eserinde anlatır.
Kendinden önceki tılsım ve efsanelere atıfla tecrübe ettiği bu hadiseleri yorumlar. Hatta bilinen en eski “Vampir” hikâyelerinden birini onun naklettiği, bu yönüyle klasik “Drakula” öykülerine temel teşkil ettiği konusunda tüm tarihçiler hemfikridir.
Evliya Çelebi Seyahatnamesinin çeşitli bölümlerinde “harikulade hadiseler” dediği bu olaylara dair pek çok değişik anlatımlar yapar.
Meydanlarda, paşa konaklarında, ziyafet ve şenliklerde şahit olduğu sihirbazlık, hokkabazlık, madrabazlık gibi gösterilerden bahsederken bunların “temaşa” – “gösteri” yönünü vurgular. Fakat, Evliya’nın anlattığı 3 farklıCadı, Büyü, Büyücü olayı vardı ki olayları şahsi tecrübelerine dayandırarak ve hakikat ile sarmalayarak, şahitler huzurunda ortaya koymaktadır.
Bu yazı münasebetiyle Evliya Çelebi’nin eserini günümüz Türkçesine kazandırılmasında büyük emekler sarf eden, genç yaşta aramızdan ayrılan kıymetli dostum, Yücel Dağlı’yı rahmetle anıyorum. |
Evliya Çelebi deyince aklımıza hep “damdan dama atlarken donankedi” hikâyesi gelir. Hâlbuki Evliya’nın seyahatnamesinde daha ne “tantanalı” olaylar vardır da bilinmez. Seyahatname bizde unutulup gitmişken 1830’lerde Avrupalılarca keşfedilir.
“Seyahat ya Resulullah.” Evliya Çelebi, seyahatlerinin sebebini gördüğü bir rüyaya bağlar. Bu rüyaya göre İstanbul’da Yemiş İskelesi civarındaki Ahi Çelebi Camii’nde kalabalık bir cemaatle birlikte Hz. Muhammed’i görür. Tam bu sırada heyecana kapılır ve “Şefaat ya Resulullah” diyeceği yerde “Seyahat ya Resulullah” der. Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm ederek Evliya Çelebi’ye şefaatide, seyahati de müjdeler. Böylece seyyahatlerinin bahanesi bu rüya olur. |
İlk olarak Alman tarihçi Hammer’in dikkatini çeker ve şöhret bulur. Eserden İngilizce, Almanca, Yunanca, Ermenice dillerinde seçkiler yayınlanır. Anavatanında ise Evliya sansüre uğrar, sürmen altı edilir. Tam bir baskısının yapılması için ise 150 yıl beklemek gerekecektir.
***
Evliya, 17 asır bağlarında yani imparatorluğun en mutantan zamanında İstanbul, Unkapanı’nda dünyaya gelir. Arapça, Farsça, Rumca, Latince öğrenir, hafız olur, 25 yaşına kadar İstanbul’daki tahsil hayatı devam eder. Fakat içindeki gezip görmek tutkusuyla kıvranmaktadır. Evliya bu husuta “Peder ü mâder ve üstâd birader kahrından nasıl kurtulur da cihangeşt olurum” demektedir.
Böylece Evliya’nın 70 yılı aşkın ömrünün 51 yılın geçireceği bir diyardan başka bir diyara uzanan, 257 şehir, 7 iklim 18 padişahlık tutan gezisi başlar.
Bu süre zarfında evlenmeye ise vakit bulamaz. Gezip gördüklerini, başından geçen olayları ve kendisine anlatılanları akıcı dili ve ilgi çekici üslubuyla “Seyahatname” adını verdiği eserinde yazıya döker. 10 cilt 4 bin sayfalık eser bütün dünya tarihinin en ilginç kaynaklarından biridir.
Evliya Seyahatnamesinde, Dünyada 12 büyük şehir olduğundan söz eder ve sayar, Viyana, Prag Kösece Paris, Edirne, Bursa, Kahire, Halep, Şam ve tabiki İstanbul. Yine, Hazerfen Ahmet Çelebi’nin kanat takarak Galata Kulesi’nden Üsküdar Doğancılar meydanına uçuşunu yazan tek kaynak odur. Legari Hasan Çelebi‘nin yaptığı roketle fezaya doğru yolculuğu da bir tek Evliya’nın eserinde geçmektedir.. Bunların yansıra İyi biri dil bilinci olarak kendi döneminin Türkçesini, gittiği yerlerde konuşulan Türkçenin ağızlarını bize aktarmaya çalışmıştır. Mesela Kayseri de köylülerin o dönemde daha yeni yeni moda olmaya başlayan kahveye bakışlarını onların şivesini hiç bozmadan nakleder; “Gıllı gıçlı şaarlılar kayfe örpürdetirler”.. |
Cadılar Savaşa Tutuşuyor
Evliya Çelebi, hicri 1076 şevvalinin 20. gecesi Hatukay Çerkez diyarının 300 küsur haneli Pedsi köyünde cadıların gökyüzündeki savaşına şahit olur. Zifiri karalık bir gecede yıldırımlar aniden kıyametler gibi kopmaya başlar. Ortalık Çerkez kadınların nakış işleyebilecekleri kadar aydınlanır.
Durumdaki harkuladeliği sezen Evliya civardaki Çerkezlere sorup, “vallahi yılda bir defa böyle karakoncolos gecesi olur, Çerkez oburları (cadıları) ile Abaza oburları göklere uçup ceng-i azim eder, vuruşurlar” cevabını alır. Sonrada dışarı çıkıp korkmadan seyr-i temaşa etmesi tavsiye edilir.
Yetmiş, Seksen kişiyle birlikte dışarı çıkan Evliya, büyük ağaçlar, küpler tekneler, hasırlar araba tekerleri, fırın söykeleri ve daha nice benzer eşyalara binmiş Abaza cadılarıyla, at ve sığır leşlerine, deve ölülerine binmiş, ellerinde yılanlar, at deve kelleleri olan Çerkez cadılarının savaşa tutuştuğunu hayerler içerisinde görür.
Tam 6 saat süren bu vuruşmada kulakları sağır eden bir gürültü ortalığı kaplar. havadan yere keçe, sırık, küp, Tekne, kapı gibi eşya parçalarıyla, araba tekerleri, en nihayet at, insan ve sair hayvan uzuvları yağmaktadır. 7 Abaza oburu ve 7 Çerkez oburuyla sarmaşıp yere düşerce, Çerkez cadıları hemen 2 Abaza cadıyı kanlarını emerek öldürür ve ölülerini ateşe atarlar. Horozların ötmesiyle biten savaşın ardından oburlar (Cadılar)da giderler.
Evliya böyle hikâyelere dair gayet “münkir” olduğunu fakat kendisiyle birlikte bilcümle zevatında bunu görüp hayretler içinde kaldıklarını belirterek, ahalinin de 40 – 50 yıldan beridir bu denli şedid bir “karakoncolos gecesi” görülmediklerini söyler.
Insan Kanı İçen “Ölü” Cadılar (Zombiler)
Evliya Çelebi anlatılanlara göre bu diyarda karakancolos gecelerinde ortaya çıkan ve insan kanı içen cadılar olduğunu da yazar. Halkın Evliya’ya anlattığına göre, bazı gecelerde cadılar musallat oldukları kişinin kanını içip hasta etmektedirler.
Eğer kanı içilenin kimsesi yoksa yatağa düşer ve ölür. Varsa, hasta yakınları bir “cadıcı” ile mezarlıkları dolanıp cadının çıktığı, toprağı eşilmiş mezarı ararlar. Bulup, mezarı kazıdıklarında adamın kanını içtiğinden gözleri kan çanağı misali “pörtlemiş” cadı leşi teşhis edilir.
Bu halde, cadı hemen mezardan çıkarılarak “göbeğine” uzunca böğürtlen kazığı çakılır. Hayattaki başka bir cadının ruhu bu bene de hulul etmesin (geçmesin) diye de ateşte yakılır. Allah’ın emriyle cadının sihri batıl olup, kanı emilen adam tez vakitte şifa bulur.
Insan Kanı İçen “Yaşayan” Cadılar (Vampirler)
Yine Evliya Çelebi’nin anlatılanlardan naklettiğine bu diyarlarda yaşayan cadılarda vardır ki halkın arasında gezer de bilinmez. Fakat vakti zamanı gelip kudurunca, tuttuğu birinin kulağı arkasından kadını emer. Adam gün be gün hasta olur. Derhal akrabaları bir “cadı üstadı” bulup köy, kasabai şehir şehir dolanıp gözleri kan içmekten kan çanağına dönmüş cadıyı aralar ki yakalayıp zincire vuralar.
3 gün 3 gece zincire vurulan cadı, yaptığını ve cadılığını itiraf ettiğinde hemen yatırılıp göbeğine böğürtlen kazığı çakılır. Çıkan kan, kanı emilmiş adamın yüzüne gözüne sürülünce hasta derhal şifa bulur. Cadının leşi de ateşe atılıp yakılır. Bu cadılık derdi taundan (vebadan) fenadır, Moskof, Leh, Çek taraflarında hayli yaygınadır vesselam.
***
Dr. Stefanos Yerasimos, Evliyâ Çelebi’nin Kafkaslara dair bu anlatısında egzotizminin izlerini aramaktadır. Yerasimos’a göre Osmanlıların Kafkaslardaki hâkimiyetinin kısa sürmüş olması ve yöreye fazla ilgi göstermeyişleri burayı Osmanlılar için egzotik bir iklime büründürmüştür. Bu nedenle Yerasimos, “havalarda atlarla uçuşan cadılar” , “cesetlere saplanan kazıklar”, “zincire vurulan vampir hikâyeleri” Evliyâ’nın egzotik bir coğrafyaya doğaüstü mit ve efsaneleri yerleştirme ihtiyacından doğmuş olabileceğini sorgular.
Ancak Dr. Başak Öztürk Bitik, söz konusu eser Seyahatnâme olunca “egzotizm” seçeneğine kolaylıkla evet demenin çok da mümkün olmadığını belirterek; Evliyâ’nın şahit olduğunu söylediği ikinci cadı vakası, Osmanlılar için pek de egzotik olamayan bir mekânda, Bulgaristan’ın bir köyünde gerçekleşitiğinin altını çizer.
Büyücü Kadın ve Karakoncolos
Evliya Çelebi, Rumeli’de (Bulgaristan’da) Çalıkkavak köyünde, bir “kefere” hanesinde konaklamakta ve ateş karşısında istirahat etmektedir. Kapıdan içeri saçı başı dağınık, çirkin yüzlü, yaşlı bir acuze kadın girer. Çekinmeden gelip ateşim başına oturur ve kendi lisanında küfürler savurmaya başlar.
Evliya, önce dışarıdaki adamlarının kadını kızdırmış olabileceğini düşünür ve çağırtıp sual ettiğinde, “haşa bir şeyden haberimiz yoktur” cevabını alır. Sonra bu acuzenin etrafına kızlı erkekli 7 çocuk gelip onlar dahi ateşin etrafını saralar ve hep birlikte “çağıl” “çağıl” Bulgarca konuşmaya başlarlar. Evliya ise “ne garip temaşadır” diyerek bunları seyre koyulur.
Gece yarısı olunca çıkan gürültü ve patırtılar Evliya’yı uykusundan hoplatır. Evliya, acuze kadının kapıyı açıp içeri girdiğini ve ocaktan aldığı bir avuç külü fercine sürdüğünü görür. Sonra küle bir efsun okuyarak ocak başında yatan bu 7 çocuğun üzerine saçar. Yedisi birden iri piliçlere dönüşerek “civ”, “civ”, “civ“ demeye başlarlar. Hemen elinde kalan külleri kendi başına serpince o an büyük bir tavuğa olup “guruk”, “guruk” diyerek kapıdan çıkarı çıkar. Piliçler dahi ardı sıra çıkarlar.
O an evliya, “Bre oğlan” diye feryat ettiğinde, adamları hemen koşup gelirler ve burnundan kan boşladığını görürler. Evliya ise onlara, “bu ne haldir bre, dışarı çıkın bakın hele bir kütürtdür kopuyor” der.
Dışarı çıkan adamlar görürler ki, tavuk ve piliçler atlar arasında gezinmekte, atlar ise birbirleri üzerine yarışıp kendilerini helak etmektedirler. Köydeki “kefereler” ise durumdan haberdar olup, gelip hemen atları bağlarlar. Cadı ve tavuklar ise bir tarafa gider.
Bundan sonrasını Evliya’nın adamı şöyle anlattır; “Bir baktık ki bir kefere, zekerini çıkarmış tavukların üzerine sepe sepe işemektedir. O an sekiz tavuk benî âdem (insan) olup biri yine o ihtiyar acuze oldu ve o işeyen kefere ve sair kefereler acuze kadını, çocukları kollarından tutup döve döve ve bir tarafa götürdüler. Ardı sıra gidip baktık ki meğer vardıkları yer kilise imiş. Hatunu papaza teslim edip papaz okuyup üfleyerek ‘afaroz-u mandolos’ eyledi.”
Evliya anlatısına şöyle devam eder; – Bu olay üzerine adamlarım yemin verdiler. ‘Antepli Müezzin Mehmet Efendi ve adamları, Mataracıbaşı ve adamları hepsi bu olayı görüp tavuğun insan olduğuna şahit oldular’ dediler.
O gece sabaha kadar korkumdan veya kanımın hareketinden burnumun kanı dinmedi. Ta vakit sabah olduğunda kandan kurtuldum. Sonra müezzin ve mataracının adamlarını çağırıp sordum -Vallahi akşam tavukların üzerine o Bulgar kefere işeyince tavuklar adam oldu. İsterseniz işeyen herifi getirelim.– dediler. Ben de ‘Canım, haydi getirin.’ dedim.
Gelen Bulgar gülerek; ‘Sultanım, o karı başka soydur, yılda bir kere kış geceleri öyle karakoncolos olurdu ama bu yıl tavuk oldu, kimseye zararı yoktur.’ deyip gitti.
İşte bu hakir mezkûr Çalıkkavak’ta böyle bir temaşaya şahadet edip aklım başımdan gide yazdı ve Çalıkkavak balkanı’nın hâl‑i ahvâl‑i pûr-melâli böyledir, Hudâ hıfz ide” diyerek anlatıyı noktalar.
Kırım Dönüşü Tatar Büyüsü
Harap viran köyler beldeler geçip, yılan, çıyan ve kargalara mesken yıkık kaleler aşan Evliya Çelebi ve beraberindekiler bu kez Tatar vilayetinden İstanbul’a dönmektedir. Yolda, artık çarşı, pazar, dükkân ve hamamları kalmamış bir zamanların mâmur şehirlerinden geçeler. Bir su değirmeninden başka ne han ne hamam ne bağ ne de bahçelere rastlarlar.
Hâlbuki der Evliya “zaman-i kadimde bu vilayetler âbâd idi, ammâ şimdi harab olup akçe ve pul ve bâğ u bâğçe ve çârsû‑yı bazar ve hân u hammâm ve dahi kilise dahi kalmamıştır. Ahali ise ne kâfirdir ne müselmân.” Dedikten sonra, “Bu kalelerin bazıları zamanında değerli mücevherlerle süslenerek yapılmışlarsa da Tatar eline girdikden sonra sual ne lâzım, cevâhir mi kalır? ” diye serzenişte bulunur.
Evliya ve beraberindekiler, İstanbul yolunda Azak’tan doğru ilerleyip Kuban nehrini geçmek zorundadırlar. Gemi olmadığından nehrin kenarına varıp çadır kurmak isterler, fakat soğuktan donmuş toprağa çadır kazıklarının girmesi bile mümkün olmaz.
Bu esnada dehşetli bir rüzgâr esmeye başlar. Çadırları havaya savurup arabaları baş aşağı eder, atlar öteye beriye koşuşup ortalık bir anda “hercümerç” olur. Yanlarındaki “Kırım gazileri “eyvah” çekip “sihre uğradık” diye feryâd-ı figan ederken Mehmed Paşa mahiyetine muavvizeteyn surelerini (Felak ve Nas) okumalarını emreder ve nihayet rüzgâr sükûnet buldur. Devamını Evliya’dan dileyelim;
Ardından bir köse Kalmuk Tatarı çıka geldi ve Paşa’ya: “Paşa bana zararının dokunmayacağına yemin ver” dedi. Paşa da Kuran’a el vurup yemi etti. Bunun üzerine Kalmuk:
‘Sultanım, sizin başınıza rüzgârı, kızıl kıyameti koparan, bu kadar arabaları, çadırları yere vuran bendim ki marifetimi size izâr edeyim istedim. İmdi, eğer bu nehri aşmak niyetindeyseniz, bana bir at, bir kürk ve yüz kuruş verin. Yine kızıl kıyamet koparıp ve bu suyu dondurup, buz hâline koyayım. Cümleniz selametle karşıya geçip, maksadınıza nail olasız” dedi.
Bîçare Mehmet Paşa, ‘Bre medet, öyle olsun hadi!’ deyip, Kalmuk’un istedikleri verdirtti. Kalmuk, atını alıp, bir tarafa bağladı ve orman içine doğru yürüdü.
Kalmuk Tatarı’nın Sihirleri
Adamım ardından ormanın içine gizlice süzülen Evliya Çelebi Kalmuk’un yaptıklarını gizlendiği yerden hayretle izliyordu. Kalmuk Tatarı bir ağacın dibinde def-i hacet edip kıçını yukarı çevirip kar üstünde taklalar atarak bir takım hareketler yaptı. Sonra ellerini yere koyup ayaklarını havaya kaldırıp, necasetini alnına sürerek bir müddet bu şekilde durdu.
Birden doğu, batı ve kuzey taraflarından kara bulutlar toplaşıp, gök gürlemesi ve şimşek ile bir büyük rüzgâr koptu. Kalmuk Büyücüsü, necasetinin etrafında üç dört defa dönüp, eliyle parçalar alıp havaya savurdukça yıldırımlar çakıp kıyametler kopar oldu.
Bu sırada askerler, Paşa’nın emriyle toplaşıp buz kesen nehirden karşıya geçmeye başlamışlardı. Fakat Dîvân efendisi ve mutaassıp birkaç zât ise sihir tesiriyle oluşan bu buzdan geçmeye reddetmişlerdi. Paşanın, geçmelerini emretmesiyle yine de Felak, Nas sureleri ve esmâü’l-hüsnâları okuyarak geçmeye koyuldular. Ancak okudukları dualar sihri bozduğundan buz delindi ve bir kısmı suya düşüp boğuldu.
Bu sırada hızla koşup gelen Kalmuk’lu büyücü ise sihrini bozdukları için başındaki kalpağını yere vurup feryat ü figan bağırarak Paşa’ya ve buz üstündekilere “Arapça” okumadan hızlı hızlı geçmelerini tembih etti.
Üç Hikayeninde Düşündürdükleri
Pertev Naili Boratav’a Halk geleneğinde, birtakım tabiatüstü halleriyle insanların yaşamına etki eden esrarlı varlıklara inanıldığına, fakat bu varlıklar nedense hiçbir zaman iki kişi bir arada iken belirmeyip; insana hep yalnız olduğu zamanlarda, çeşitli kılıklarda göründüğüne işaret eder. Ancak, Dr. Başak Öztürk Bitik bu durumun Evliya Çelebi anlatıları için pek de geçerli olmadığını belirtmekle birlikte üç hikâyede de kendisine bir seyirci grubunun eşlik ettiğinin altını çizer.
Evliya’nın anlatısında, zincirlere vurulmuş cadının; “Fülân kişinin kanın ben içtim” şeklinde itirafa mecbur kalması, yahut acuze kadının sihrinin sadece “gark-gurk” sesleri çıkaran bir tavuğa dönüşmekten ibaret olması, ya da havaya sözünü geçirse bile bir Osmanlı paşası karşısında korkan Karluk’lu büyücünün Paşaya “Bana zararın dokunmaz değil mi?” sorusunu sorması, aslında onların insan karşısındaki acziyetini ve güçsüzlüğünü alaycı bir dille vurgulamaktadır. Bu olağan üstü varlıkların insana zarar veremedikleri gibi bilakis hep kendileri zarar görmüştür.
Yazar: Burhan Çağlar