I. HAZIRLIK
A. YOLCULUĞUN SEBEBİ
II. Abdülhamit, Japonya ile ilişkilerde somut bir gelişme sağlamak için harekete geçerek öncelikle İmparator’un gönderdiği nişana, Osmanlı Devleti’nin en büyük nişanı ile karşılık vermek istemiştir. Ancak, bunun pek fazla duyulmaması için başka bir ad altında yapılması gerekiyordu. Görünürdeki sebep de Deniz Harb Okulu öğrencilerinin, okulda teorik olarak gördükleri ve aldıkları bilgileri denizde uygulamalarıydı.
1854’ten sonra, dış ülkelerle ticari ilişkiler kurmaya başlayan Japonya, 1880 yılında İstanbul’a ticari amaçlı bir heyet göndermişti. II. Abdülhamid buna karşılık bir heyet göndermek istiyordu. Ancak Rusları da kuşkulandırmak istemiyordu. Bu sebeple gidecek olan heyete resmi bir hüviyet vermek istiyordu. Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa’ya 1863 yılında Hüdavendigar Okul Gemisi’nin Trablus ve Tunus’a, 1873 yılında Muhbir-i Sürür Fırkateyni’nin Basra’ya yaptığı seyahatler göz önüne alınarak, Ertuğrul Fırkateyni’nin de okul gemisi olarak Japonya’ya gönderilmesini emretmiştir.
Abdülhamid’in tahta çıktığı günlerde, 1878 yılında, “Seiki” adlı Japon harp gemisi Avrupa gezisi sırasında iken İstanbul’a uğramıştı. Abdülhamit bu geminin kaptanı Yarbay İnoue’ye ve yine 1881’de İstanbul’a gelen Yoshida Masaharu’ya da Avrupalılar ile aralarında durum düzelince mutlaka Japonya’ya bir harp gemisi göndereceğini söylemiştir.
“Yoshida:…harp geminizin ülkemize gönderilmesini ve devletinizin dev bayrağının Doğu’da parlatılmasını istiyoruz.
Padişah: Ben de uzun zamandır bunu düşünmekte olmama rağmen biliyorsunuz son zamanlarda Avrupa ülkeleriyle meşgul olduğumdan isteğimi yerine getiremiyorum. Umarım ileride sakin günler gelirse mutlaka harp gemimizi göndermekle İmparator hazretlerinizin keyfini sorduracağım”.
Ertuğrul Fırkateyni, Japonya yolunda iken, Alman İmparatoru II. Wilhelm, 2 Kasım 1889’da İstanbul’a gelmiş ve 6 Kasım’da da ülkesine dönmüştü. 8 Kasım tarihli “Times” gazetesi, bu ziyaret sonucunda Almanya ve Osmanlı Devleti arasında kesin bir anlaşma olmadığını, ancak Alman İmparatoru’nun elde ettiği maddi ve manevi semerelerin ileride Almanya’nın Osmanlı Devleti’nde etkili olacağını gösterdiğini yazıyordu.
Bu ziyaretten önce 26 Ağustos 1889’da iki ülke arasında yeniden bir ticaret anlaşması imzalanmıştı. 1890’dan itibaren Abdülhamit, Almanya ile bir uyuşma dönemine adım atmış oluyordu. Başka bir ifadeyle Almanya’yı İngiltere’ye karşı bir tedbir olarak düşünüyordu.
Alman İmparatoru’nun 1889’daki İstanbul’u ziyareti, İngiltere tarafından memnunlukla karşılanmıştır. Son yıllardaki Osmanlı-Rus yakınlaşmasına karşı dikkatli olan İngilizler, bu ziyaretten çok hoşlanmışlardı. Çünkü bu durum hem Çar’ı rahatsız edecekti, hem de Padişah Alman-Rus muhalefetinin Osmanlı Devleti’nin tarafsızlığını sürdürmesi için faydalı olduğunu görecekti.
Alman İmparatoru’nun ziyaretinden sonra daha da gelişen Türk-Alman yakınlaşmasının asıl amacı İngiltere’ye yönelikti. Ancak böyle bir hareket, Türklerin Alman-İngiliz taraftarı olmasını istemeyen Rusya’yı, aksi yönde kışkırtabilirdi. Rusya tehlikesini yumuşatmaya uğraşan Padişah’ın, bu devlete, Osmanlı Devleti’nin İngiltere ile bir ittifaka girişmeyeceğini göstermesi gerekiyordu.
Ayrıca İngiltere ile Osmanlı Devleti’ni karşı karşıya getiren bir mesele daha vardı ki o da hilafet idi. 1877’de, Hindistan’da imparatorluk kuran, 1882’de Mısır’ı işgal eden, Arabistan’ı da işgal etmek isteyen İngiltere için, İslam siyaseti büyük önem taşıyordu. Sadece unvan olarak kalmış gibi görünse de Osmanlı Padişahı’nın bütün Müslümanların emiri yani halife olması İngiltere için tehlikeliydi. Bu sebeple İngilizler “Arap hilafeti” konusu üzerinde çalışmaya başlamışlardı. 19 Ekim 1876’da Londra’da yayına başlayan “Mir’at-al-Ahval” gazetesi Osmanlı hilafetini kabul etmeyen Arapların sözcüsü durumundaydı.
İngilizler bu gazeteye para yardımında bulunuyorlardı. İngiliz basınının önde gelenlerinden “Times” hilafetin Osmanlılara kanuna uygun olarak geçmediğini, zorla alındığını yazıyordu. Böylece İslam dünyasını; Türkler ile Arap¬ları bölmek istiyorlardı.
Abdülhamid de İngilizlerin bu hareketlerine karşı birtakım tedbirler düşünmüştür. Ertuğrulun resmi amacını Japonya’ya iadeyi ziyaret ve Deniz Harp Okulu öğrencilerinin tatbikatı olarak göstermiş, Panislamizme karşı endişeli olan Avrupalı diplomatlara ve basına bu işe karışma fırsatını vermemiştir. Süveyş, Aden, Bombay, Kolombo, Singapur, Saygon, Hong Kong gibi Panislamizm propagandası bakımından uygun yerleri de seyahat programı içerisinde tutmuştur.
Ertuğrul’un bu seyahati hakkında çıkan yazıların büyük bir çoğunluğunda, Türk-Japon dostluğunun gelişmesini istemeyen, Rusları kışkırtmamak için “talim gemisi” ifadesinin özellikle kullanıldığı belirtiliyordu. Ancak bu görüş, 1904-1905 yıllarındaki Rus-Japon harbinden sonra ortaya çıkmıştır. O zamanki Rusya ise daha çok, Türk-Alman yakınlaşmasından endişeleniyordu. Türk-Japon ilişkileri Rusya için fazla bir önem taşımıyordu.
Zamanın Rus Sefiri A. I. Nelidov, Dış İşleri bakanı Giers’e gönderilen raporda şöyle diyordu:
“Bu kere gönderilecek olan Ertuğrul Fırkateyni’nin asıl amacı, Kızıldeniz ve Arabistan sularında, Osmanlı bayrağının dalgalandırılması, bir de çok sayıda Müslümanların bulunduğu Hindistan’da da aynı gösterilerin yapılması üzerindeki sultanın emelidir… Ertuğrul Fırkateyni, Hindis¬tan’ın bazı limanlarında, yerli Müslümanların (İngilizler ise onların Sultan’a olan manevi itaatlerini kırmak için durmadan çalışmaktadır) manevi güçlerini ve Sultan’a olan bağlılıklarını artırmak için duracaktır…”
Ertuğrul’un Japonya’da kaldığı sürede buradaki Ruslar, gemi mürettabatına çok iyi davranmışlardır. Kazadan sonra ise Alman kruvazörü Wolf’un olay yerine gidip kurtarma çalışmalarına girişmesi üzerine Japonya’daki Rus sefiri, Japon hükümetine, kazazedelerin Rusya aracılığıyla Türkiye’ye gönderilmesi teklifinde bulunmuştur.
Netice olarak diyebiliriz ki Ertuğrul’un Japonya’ya gönderilmesi, Rusları rahatsız etmemiştir. Öyleyse Ertuğrul’un gönderilmesinin tek amacı İngiltere’ye karşı bir tedbirdir. Bunda iki fayda vardır: Birincisi, o zamanki uluslararası ilişkilerde, İngiliz-Rus dengesinin bozulmaması; ikincisi de İngilizlerin Osmanlı Devleti aleyhindeki hilafet kampanyasına karşılık verilmesiydi
Yukarıda belirttiğimiz gibi Ertuğrul’un Japonya’ya gittiği 1889-1890 yılı Avrupa açısından dünya sömürgecilik haritasının çizildiği bir dönemdi. Almanya bu sömürgecilikten pay almak istiyordu. II.Abdülhamid, İngiltere-Rusya ilişkisine karşı denge politikası izlemeye çalışıyordu. Bu yüzden 1870’li yıllarda Avrupa’ya açılmaya çalışan Japonya ile ilişki kurmayı, bu denge politikası çerçevesinde değerlendirmiş olabilirdi.
Ertuğrul’un Japonya’ya ulaşmasının on bir ay sürmesi, bu ziyaretin amacının yalnız, Prens Komatsu’nun İstanbul ziyaretini iade etmek değil, ayrıca başka sebeplere de bağlı olduğu tartışmasına yol açmıştır. II. Abdülhamid, Ertuğrul’un seyahatiyle iadeyi ziyarette bulunduğunu belirtirken, Osmanlı sancağını, Kızıldeniz, Hint Okyanusu ve Japonya sularında sallandırarak Müslüman halkların Osmanlı Devleti’ne olan sempatisini Batı’ya göstermek istemiştir.
B. GEMİNİN SEÇİMİ
Bir harp gemisinin Japonya seferi için hazırlanması haberinin duyulması üzerine, bu geminin hangisi olacağı hakkında, çeşitli söylentiler ortaya atılmıştır. Mesela “Asar-ı Tevfik'”in bu sefer için hazırlandığı haberleri alınıyordu. Bu görev için bir ara “Hamidiye” ve “Avnullah”‘tan da söz edilmiştir. Bu gemiler içinde “Asar-ı Tevfik”, yenilik, sağlamlık ve makina kuvveti yönüyle Ertuğrul’dan üstündü. Bahriye Nazırı da bunun farkındaydı. Ancak, Paşa’nın sefere, Ertuğrul’un gitmesini zorunlu kılan endişeleri vardı: Girit ve Sisam adaları karışıktı. Arnavutluk tarafında ayaklanmalar oluyordu. Ermeniler de özellikle şark vilayetlerinde isyan çıkarıyorlardı. Kürt aşiretlerinden Hamidiye alayları teşkil edilmişti. Bu alayın zabıtan ve ümerası da kendi içlerinden seçilmişti. Yemen, Arabistan işleri de iyi değildi. Özellikle adalarda çıkabilecek bir isyan anında donanmanın harekete geçirilmesi için Bahriye nazırına tebligatta bulunulmuştu. Eldeki gemilerin durumları da pek iyi değildi.
Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü Paşa her ihtimale karşı elde birkaç işe yarar gemi bulundurmak istiyordu. Asar-ı Tevfik’i göndermemesinin sebebi de buydu.
Neticede Ertuğrul Fırkateyni’nin gönderilmesi artık kesinlik kazanıyordu. Basında da bu konuyla ilgili haberler çıkıyordu. Japonya’ya gidecek olan bir “heyet-i mahsusa”dan ve bu heyetin Ertuğrul Fırkateyni ile gideceğinden bahsediliyordu.
Bahriye Mektebi’ni bitiren öğrencilerin denizde daha iyi yetiştirilmeleri için, donanmadan uygun bir talim gemisi ile Hind-i Çin ve Japon denizlerine gönderilmek istenmesi üzerine bu iş için ahşap Ertuğrul Fırkateyni’nin elverişli olduğu ve Mart sonunda yola çıkarılmasının uygun olacağı 21 Şubat 1888 tarihli tezkere ile bildirilmiştir.
C. YAZIŞMALAR
Meselenin aslı şu idi; Mikado’nun amcası, 1887 senesinde İstanbul’a gelmişti. Padişah bu ziyarete karşılık vermek istiyordu. Padişah’ın Mikado’ya hediyelerini götürecek olan bir harp gemisi ile o yıl Mekteb-i Bahriye’den mezun olanların bilgi ve becerilerini artırmaları uygun görülmüştü. Bunun devletin idare kademesince de onaylandığını Sadrazam Kamil Paşa’nın 14 Şubat 1889 tarihli tezkeresinden öğreniyoruz. Kamil Paşa, Bahriye Nezareti’nden eldeki harp gemilerinden hangisinin eğitim gemisi olarak seçileceği ve hangi mevsimde yola çıkarılmasının uygun olacağı hakkında bilgi istemiştir. Bunun üzerine Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa tarafından yazılan 25 Şubat 1889 tarihli tezkerede Ertuğrul Fırkateyni’nin bu işe uygun olduğu, gerekli tamiratın yapıldığı, mevsim olarak da Mart ayı sonunda yola çıkarılabileceği bildirilmiştir. Kamil Paşa’nın 26 Şubat 1889 tarihli Sadaret tezkeresinden öğrendiğimize göre, Bahriye Nezareti cevap olarak, daha önce de, Mekteb-i Bahriye’den mezun olan talebenin öğrendiklerini uygulayabilmeleri için Mehmet Selim Fırkateyn-i Hümayunu’nun eğitim gemisi olarak kullanıldığını ve Bahr-i Sefid’de bulunduğunu örnek olarak göstermiş ve bahriye talebelerinin bu kez Hind, Çin ve Japonya taraflarına gönderilmesi için ahşap Ertuğrul Fırkateyni’nin seçildiğini, yola çıkış tarihinin de Mart sonu olarak belirlendiğini bildirmiştir. Ayrıca daha önceleri de 1863’te Hüdavendigar Okul Gemisi’nin Trablus ve Tunus’a, 1873’te de Muhbir-i Sürür Fırkateyni’nin Basra’ya gittiği göz önüne alınmalıydı.
Buna karşılık Sadaret makamından gönderilen l Nisan 1889 tarihli tezkerede, belirtilen geminin ve mevsimin uygun olduğu, Padişah tarafından Japonya İmparatoru’na gönderilecek olan hediyeler ve İmtiyaz Nişanı’nın firkateyn komutanı ile ulaştırılacağından komutanın dil bilmesi gerektiği belirtiliyordu. Bunun üzerine Bahriye Nezareti, 6 Nisan 1889 tarihli tezkeresinde;
Padişah’ın gönderdiği nişanı takdim etmek görevine ve gemi komutanlığına birkaç dil bilen ve denizcilikte yetenekli olan Osman Bey’in atanmasına,
Yolculuk sırasındaki masraflar ve subayların ailelerinin geçimini sağlamak için 12.000 kuruşun tahsisine,
Yirmi kişiden oluşan mızıka bandosunun bulundurulmasına,
Komutana kendisinin ve subayların davranışlarına ve yolculuğa dair (nerelere uğranılacağı vs. gibi) talimat gönderildiği bildiriliyordu.
Bu talimat Bahriye Nezareti tarafından Ertuğrul Fırkateyni komutanına hitaben yazılmıştı ve on bir maddeden oluşuyordu. Geminin uğrayacağı yerler ile mürettebatın yapması gerekenler belirtiliyordu. Talimatın birinci maddesinde Ertuğrul’un yol güzergahı şöyledir:”Mezkur fırkateyn-i hümayun Dersaadet’ten hareketle Marmaris’e uğrayarak oradan Port Sait’e gidecek ve kanaldan ba’del-mürur icab eder ise Bahr-i Ahmer’e Cidde veya Kameron limanlarına dahi uğrayarak Aden’e muvasalatla oradan Bombay veya doğruca Serendib Adası’nda Kolombo’ya, Gale ve Trinkomali limanlarına gidecektir. Mahall-i mezkure Hindistan’ın meşhur iskelelerinden olmak hasebiyle burada görülmeye şayan olan mevaki ve mümkün olduğu halde istihkamat şakirdana gösterildikten ve icabı kadar aram edildikten sonra hareketle mevsim rüzgarları gözetilerek Hindistan’ın taraf-ı şarkisinde bulunan Madras, Pondişeri ve icabında Kalküta limanlarına dahi uğranılarak şayan-ı temaşa olan mahaller şakirdana gezdirilerek ve lüzumu kadar aram olunarak buradan dahi kıyam edildikten sonra Akyab nam limana teveccüh edilecek ve mahal-i mezkure muvasalatta dahi lüzumu görüldüğü kadar oturulduktan sonra kıyam ile Malaka Boğazı’na müteveccihen seyr ü hareket ve boğaz-ı mezkurda Penan ve Malaka ve Singapur limanları gibi meşhur limanlar görüldükten sonra cihet-i şimale teveccüh ile Saygon limanı dahi görülerek Çin’in meşhur iskelesi olan Hongkong limanına azimet olunacaktır. Burası Çin ikliminin en meşhur memleketi olmak hasebiyle me-vaki’-i mu’tena ve müstahkem görülüp icabı kadar aram edildikten sonra kıyam birle lüzumu görüldüğü ve heyet-i sefinece tensip kılındığı halde Svatov ve Amoy ve Şanghay limanlarına uğranılarak Çapon’da vaki’ (Nagasaki) limanına teveccüh edilecek ve oradan da Çapon Devleti’nin makarr-ı hükümeti iskelesi olan Yokohama limanına azimet olunacak ve bi-mennihi teaia şehr-i Teşrin-i evvel’de Dersaadet’e avdet edilecektir. Mezkur limanlardan başka isimleri ta’dad olunmayan sair bir mahalle gidilmek ve bu limanlarda ne müddet durulmak veyahud hın-i hacette es-bab-ı mani’a-i bahriyye hayluletiyle zikr olunan mersaların bazısı terk olunmak veyahud havaların müddet-i medi-de muhalif gitmesi hasebiyle limanlarda mu’taddan ziyade durmak gibi hususat kumandan olan zatın heyet-i sefine ile bil-istişare vuku’ bulacak karar ve tedbir-i makule menut olup ancak bu gibi halatın esbab-ı mucibe ve kavi-yesi sefine jurnaline dere ve tezbir edilerek Dersaadet’e hin-i muvasalatta Bahriye Nezaret-i Celilesine izahen arz ve beyan edilecektir”.
11 Nisan 1889 tarihli tezkerede Sadrazam Kamil Paşa, yukarıdaki konulara ilişkin Padişah iradesinin çıktığını, ayrıca Fırkateynin eksiklerinin olup olmadığının tespitini, eğer varsa giderilmesini ve bir aksilik çıkmazsa Ramazan Bayramı’nın beşinci günü (4 Haziran 1889) hareket edileceğini, hareket gününe kadar da eksikliklerinin tamamlanıp hazırlanmasını emrediyordu.
Bahriye Nezareti, bu konuda Sadaret’e bir cevap vermemiştir, 13 Nisan 1889’da Mabeyn Başkitabeti’ne bir maruzat göndermiştir. Bu maruzatta, Mekteb-i Fünun-u Bahriye’den mezun olan öğrencilerin Ertuğrul Fırkateyni ile Hind, Çin ve Japonya sularına gönderilmesi, hükümetin emri olduğu için bu firkateyne bilgili ve yetenekli bir komutan ile muavin (ikinci komutan) gerekli olduğu, bu görevlere Tekfurdağlı (Tekirdağlı) Ali ve Cemil Efendi kaptanların atanmasının uygun görüldüğü, rütbelerinin kaymakamlığa (yarbaylığa) yükseltilerek, Ali Efendi Kaptan’ın komutanlığa, Cemil Efendi Kaptan’ın ikinci komutanlığa atanmalarının uygun görüldüğü bildiriliyordu. Mabeyn Başkitabeti’nin bu teklifi kabul ettiği 14 Nisan 1889 tarihli cevabından anlaşılmaktadır.
Ertuğrul’un gönderilmesi konusunda Padişah iradesinin geç çıkmasının sebebi, geminin bu kadar uzun bir seyahate çıkmaya elverişli olmadığı görüşünün yaygın olmasıdır. Japonya’dan gelen bir mektup sözü edilen nişanın ne zaman gönderileceğini soruyordu. 24 Nisan’da Hariciye Nazırı bu mektuba nasıl cevap verileceğini Sadaret’e sorduğunda, Kamil Paşa konuyu Padişah’a bildirmiş, 30 Nisan’da buna cevap olarak yazılan iradede; “…zikrolunan Nişan-ı Ali’nin vapur-ı mahsus ile gönderilmesi mukarrer bulunmasından neş’et eylediği…” şeklinde karşılık verilmiştir. Buna dayanarak, Ertuğrul’un gönderilmesinden bir ara vazgeçilmiştir diyebiliriz. Ayrıca, 3 Nisan 1889 tarihli “Times” gazetesindeki “…Osmanlı Deniz Kuvvetlerinden bir savaş gemisinin Japonya’ya gönderilmesi düşünülmekteydi. Ama vazgeçmişler…” şeklindeki haberden anlaşıldığı kadarıyle, Ertuğrulun Japonya seferi hakkında ortalıkta birtakım söylentiler de dolaşıyordu.
Sadaret tezkeresi ile emredilen Ertuğrul’un incelenmesi tamamlanarak, “…Fırkateyn-i Hümayun-u mezkurun Japonya sularına kadar azimet ve avdete ve şan-ı celil-aza-met-i delil-i saltanat-ı seniyye-yi i’fa için rayet-i zafer-ayet-i Osmani’nin münteha-yı şark sularında kemal-i muvaffakiyetle temevvücüne vasıta olabilecek bir hali haiz bulunduğu kemal-i şükran ve memnuniyetle görülmüş…” şeklinde bir rapor, 9 Mayıs 1889’da hazırlanmış ve Bahriye Nezareti’ne sunulmuştur”. Raporun altındaki imzalar arasında Ertuğrul’un başçarkçısı olan Harty’nin imzası dikkat çekmektedir. Çünkü Harty’nin daha sonra bu raporu nakzeden bir başka rapor sunduğu bilinmektedir.
Ertuğrul’un durumu ile ilgili olarak üç rapor verilmiştir. Bunlardan birincisi yukarıda bahsi edilen inceleme heyetinin hazırladığı rapordur. Diğer ikisi de İmalat Komisyonu ve Fabrikalar Komisyonu’na aittir.
İmalat ve Fabrikalar Komisyonu’nun hazırladığı raporlarda, Ertuğrul’un her yönden bu yolculuğu tamamlayabilecek güçte olduğu belirtiliyordu. Her iki komisyon da raporlarını, 27 Mayıs 1889’da Bahriye Nezareti’ne sunmuşlardır. Bahriye Nezareti bu raporları, Sadaret’e 28 Mayıs 1889’da takdim etmiş ve geminin mükemmel bir halde olduğunun anlaşıldığından, hareket zamanının da yaklaştığından görevinin icrasına; ayrıca on bin liranın tahsisine emir ve müsaadesini istemişti. Ardından Maliye Nezaretince gemi komutanlığına maaş, ta’yinat ve kanal rüsumuna ait olmak üzere on bin adet Osmanlı altınının gönderildiği ve hazineden 14 Temmuz 1889 tarihiyle Bahriye Dairesinin 1889 senesi tahsisatına geçirildiğini öğrenmekteyiz.
Bu raporların 28 Mayıs’ta Sadrazam’a takdim edilmesi bazı şüpheleri de ortaya çıkarmaktadır. Çünkü Ertuğrul’un hareket tarihi 4 Haziran 1889 olarak belirlenmişti. İnceleme sonucunun bu tarihe yetişmesi gerektiği halde, raporlar ancak 28 Mayıs’ta verilebilmişti. Bu gecikmenin sebebi tam olarak bilinmemekle birlikte Ertuğrul’dan vazgeçme düşüncesi olabilir. Çünkü Japonya yolculuğu için seçilen Ertuğrul’un bu seyahati tamamlayabileceği üzerinde şüpheler vardı. Hatta Ertuğrul’un bu yolculuk için uygun olmadığını belirten Harty bile daha önce Japonya’ya Ertuğrul’un gitmesinde bir sakınca görmeyen raporun altına imza atmıştı. Komisyonların hazırladıkları raporlar da gecikince, hareket tarihi 4 Haziran olarak belirlenen Ertuğrul, ancak 14 Temmuz’da Japonya’ya doğru yola çıkabilmiştir.
Ertuğrul’un başçarkçısı olan İngiliz Harty, bir rapor hazırlamış ve raporunda geminin kazanının hiç değiştirilmemiş olduğunu, kazan yerinden oynatılmadığı için de kazan altının gözden geçirilmemiş ve onarım görmemiş olması sebebiyle makinadaki haraplığın, o koca tekneyi 8-9 milden fazla götüremeyeceğini, hava ne kadar elverişli olursa olsun, yelkenle, bu büyük yolculuğu hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğini söylemişti. Harty, bu raporu yüzünden görevinden alınarak, adalar arasında çalışan vapurlardan birine çarkçıbaşı olarak atanmıştır.
Ancak Harty’nin raporu bir şekilde saraya ulaşmış olmalı ki, Başkatip Süreyya Paşa imzasıyla, 3 Haziran 1889 tarihli resmi yazıda, Ertuğrul’un yolda kalmasının pek ayıp ve çirkin olacağı, bu takdirde, başka uygun bir geminin bu yolculuk için hazırlanmasını ya da Ertuğrul’un mükemmel bir şekilde tamir edilmesini emreden iradenin çıktığını görmekteyiz. Bu iradenin aslı bulunamamıştır. Ancak, 6 Haziran 1889 tarihli ve Sadrazam Kamil Paşa’ya hitaben yazılan ve Ertuğrul’un Japonya’ya gidip gelecek kadar mükemmel olmadığının duyulduğu, bu sebeple ya Ertuğrul’un iyi bir şekilde tamiri, ya da yeni bir geminin hazırlanmasının istendiğine dair üç gün sonra yazılan bir iradeye ulaşabildik.
Harty’nin görevden alınmasına karşılık Bahriye Nezareti, Fırkateynin eski çarkçısı Harty Bey’in ne sözlü ne de yazılı bir müracaatı olmadığını, kendisinin gemiden çıkarılmasının sadece Ertuğrul’un bünyesinde yabancı işçi bulundurulmasının uygun olmadığından ve Adalar Vapuru’na tayinin ise Londra’dan yeni gelmiş olan bu vapurun yeni sistem makinasını tanıyıp kullanabilecek bir eleman olmasından kaynaklandığını açıklamıştır. Harty’nin yerine de Miralay İbrahim Bey, başçarkçı olarak atanmıştır.
Harty yeni görevine gitmeden önce nezarete bir dilekçe takdim ederek, bu dilekçede Girit seferinde Gamsız Hasan Bey’in yanında çarkçıbaşı olduğunu, Arkadi Vapuru’nun yakalanmasında büyük bir hizmeti olduğunu, nişanla ödüllendirildiğini, miralaylığa kadar yükseldiğini belirterek, samimi olarak bildiklerini söylediğinden dolayı, küçük bir geminin çarkçıbaşılığına getirildiğini, ancak, Çin veya Hind denizlerinde bile bile ölmektense, bu vazifede kalmanın kendisine bir lütuf olduğunu ifade etmiştir.
Bahriye subayları arasında da Ertuğrul’un bu seferi tamamlayıp tamamlayamayacağı hakkında tartışmalar sürüp gidiyordu. Japon Denizi’nde çok büyük tayfunların olduğu, Ertuğrul’un bu tayfunlara dayanamayıp, bir Karamürsel kayığı gibi kalacağı ve ayrıca bu yolculuğa yeni mezunların gitmesinin de bu seferi gerçekleştirmenin zorluğunu daha da arttıracağı söyleniyordu. Ancak buna rağmen, Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa’nın bu seferi gerçekleştirmekte ısrarlı olduğu iddia ediliyordu.
Yine Şura-yı Bahriye azasından olan ve İstanbul Vapuru komutanı Şükrü Paşa da II. Abdülhamid’e dört rapor takdim etmiştir. Paşa raporlarından birisinde Bahriye Nezaretinin mazbatasını niçin imzalamadığını açıkladıktan sonra, Ertuğrul’un tekne ve kazanlarıyla diğer bölümlerinin açık denizlere dayanamayacağını bildirmiş ve bu geminin Japonya’ya gönderilmesinden vazgeçilmesini istemiştir.
Ayrıca Bahriye Erkan-ı Harb dairesinde ferik rütbeli İngiliz Amirali Vodz da Padişah’a takdim ettiği arizada; “Ben, bu memleketin ekmeğini yemiş bir memurunuzum. Doğruyu söylemek ve bu memleketin hayır ve menfaatine çalışmak vazifemdir. Zat-ı şahanelerine hakikati olduğu gibi arz etmezsem, vazifeme, vicdanımın emrine ihanet ve küfran-ı nimet etmiş olurum. Ertuğrul gemisi, gerek makinaları, gerek bünyesi itibariyle açık denizlere tahammül edecek metaneti haiz değildir. Japonya’ya gidip gelebilecek kudret ve kuvvette olduğu hakkındaki bütün iddialar ve mazbatalar yalan ve yanlıştır. Bu hususta zat-ı şahaneleri iğfal ediyorsunuz. Bu hakikati huzur-u şahanelerinde ve bütün bahriye mütehassıslarının muvacehesinde izah ve isbata muktedirim. Bu geminin Japonya’ya gönderilmesinden vazgeçilmesini istirham ederim” diyordu.
Bu gibi görüşler sadece Ertuğrulun yolculuğu ile ilgili değildir. Japonya yolculuğu hakkında da söylenenler dikkati çekmektedir. Mesela Japonya seferinin Bahr-i Sefid seferleri ile asla kıyaslanamayacağı söyleniyordu. Bahr-i Sefid yolculuklarında bir limana iltica etmek mümkündü. Halbuki Aksa-yı Şark seferinde bu o kadar da kolay değildi. Bu sebeple bu yolculuk sırasında uğranılacak limanlar, geçilecek denizler ve özellikle geminin karşılaşacağı mevsim rüzgarları hakkında bilgiler veriliyordu.
l Temmuz 1889 Pazartesi günü, Bahriye Nazırı, Sadrazam tarafından çağrılmıştır. Bunun sebebi de Padişah’ın Ertuğrul’un yetersizliği üzerine çıkan dedikodular hakkında geminin Japon seferini yapıp yapamayacağı konusunda kesin karara varmak istemesiydi. Bunun için de 23 Haziran 15 Temmuz’da Cuma selamlığında Ertuğrul mürettebatı Padişah tarafından teftiş edilecekti. Neticede Padişah mürettebatı beğenmiş ve geminin 2 Temmuz/14 Temmuz 1889 Pazar günü Japonya’ya hareketini emretmişti.
D. ERTUĞRUL FIRKATEYN-İ HÜMAYUNU
Ertuğrul Fırkateyni Sultan Abdülaziz döneminde yaptırılmıştır ve 19 Ekim 1863 Pazartesi günü Padişah huzurunda denize indirilmiştir.
Sultan Abdülaziz, 25 Haziran 1861’de tahta geçmiştir. Bu dönem dünya gemiciliğinde mühim yeniliklerin başlangıç yıllarıdır. Gemilerde yelkenlilerden buharlılara, ahşap teknelerden saç teknelere geçilmekte ve gemiler zırhla kaplanmaktadır. Bundan sonraki otuz yılda meydana gelen gelişmeler, büyük bir hıza ulaştı. Bilimdeki ilerlemeler, gemilere tatbik edildi. Dretnot icat edildi. Denizaltı, mayın, infilaklı mermiler ve diğer deniz araç ve silahları bu dönemde bulunmuştur.
Osmanlı Devleti denizciliğinde de ilk kıpırdanışlar Sultan Abdülaziz döneminde görülmektedir. Abdülaziz 29-30 Mayıs 1876’da tahttan indirilmiştir. Arkasında 25 zırhlı, yüzden fazla ahşap gemiden kurulu, sayıca dünyanın ikinci büyük donanmasını, top fabrikalarıyla birlikte modern bir tersane ve batı ayarında birkaç askeri fabrika bırakmıştır.
II. Abdülhamid ise tahta geçtikten sonra, donanmayı Haliç’e demirletmiştir. Bunun sebepleri şöyle sıralanabilir:
Donanmanın kendisini de amcası Abdülaziz gibi tahttan indireceği korkusu.
Donanmayı yenilemek ve yaşatmak borçlanmak demektir. Osmanlı Devleti’nin eski borçlarını temizlemek, yeniden borçlanmamak arzusu.
Ruslara taviz vermek.
İngilizlerle dost geçinmek.
Bunların hepsi doğru olabilir. Ancak en geçerli sebep borçlanarak kurulan donanmanın Osmanlı-Rus harbinde (93 Harbi) hiçbir varlık gösterememiş olmasıdır. Bu dönemde, saraydaki Paşalar da donanmaya yabancı olunca, donanma kaçınılmaz olarak Haliç’e demirlenmiştir. II.Abdülhamid bu konuyla ilgili şunları söylemektedir: “İstanbul Konferansı göstermişti ki, Abdülaziz Han’ın orduyu ve donanmayı güçlendinme yoluna girmesi, büyük devletleri telaşlandırmış ve bu teşebbüs hayatına mal olmuştu. Daha sonra kopan Rus muharebesi ordunun güçlendiğini ortaya koymuştur. Eğer hanedana baş kaldıran subaylar ve hanedana bağlı subaylar meselesi olmasaydı Rus ordularını durdurabilecek ve zaferi kazanabilecektik. Demek orduya verilen emekler boşa gitmemişti.
Buna karşılık bu muharebe, donanmanın sayı üstünlüğüne rağmen bir iş göremediğini de ayrıca ortaya koymuştur. Çünkü bizim gemilerimizin hemen hepsinde İngiliz çarkçıbaşıları vardı. Bu, donanma İngilizlerin elindeydi demektir. Bu çarkçıbaşıların bazılarını muharebenin başında değiştirmek istediğimiz zaman, İngiltere elçisi saraya koşmuş ve bu teşebbüsün İngiltere’ye itmadımız olmadığı biçiminde yorumlanacağını açıkça söylemekten çekinmemişti. Öyleyse, bir donanmamız yok demekti. Çünkü bu donanına, hem Fransızlarla İngilizleri bize düşman ediyor, hem savaşta bir işe yaramıyordu. Faydası olmayan, fakat mazarratı olan bir şeyi muhafaza etmek aklın icabı dışındadır. Donanmayı Haliç’e çektirdim ve böylece Fransız ve İngilizlere, Akdeniz’de kendileri ile boy ölçüşmeye niyetimiz olmadığını anlatmış oldum. Gerçekten bu tedbir uzun süre İngilizleri ve Fransızları bizimle uğraşmaktan uzak tutmuştur”.
Ertuğrul daha önce de belirtildiği gibi 1863 yılında İstanbul-Kasımpaşa Tersanesi’nde inşa edilmiştir. Makina ve kazanları 1864’te İngiltere’de monte edilmiştir, 1865’te Kosova ve Hüdavendigar gemileriyle birlikte İngiltere’den yurda dönerken Cherburg, Toulon ve bazı İspanyol limanlarına uğramış, İstanbul’a gelişinde de Beşiktaş Sahil Saray-ı Hümayunu (Dolmabahçe Sarayı) önünde demirli kalmış, bir süre sonra da Haliç’e kapatılmıştır.
Ertuğrul’un ölçüleri ise şöyledir:
Boyu 250 kadem,
Genişlik 50 kadem,
Umk (Derinlik) 25,6
Çektiği Su 20.6 kadem
Tonu 2344
Makinası 600 beygir gücünde, adi konderserli, ufki çift silindirli
Kömürlükler 450 ton kömür alır
Sürati 10 mil
SİLAHLARI
8 adet 15 santimlik Krupp topu, 5 adet 150 librelik Armstrong topu, 2 adet 4, 2 adet 3 fontluk Krupp, 2 adet 5 namlulu Hockins, 2 adet 5, 4 adet namlulu Nordenfeld, l adet 12 ve l adet 6 librelik roket kovanı, l torpido atış kovanı, 2 torpido, 100 Martin Henry tüfeği, 100 Wenchester tüfeği ve 40 adet tabanca.
Yani Ertuğrul 79 metre boyunda, 15,5 metre genişliğinde idi ve 8 metreye yakın su çekiyordu. 60 ton su alıyor, aldığı kömürle de 10 mil süratle 9 saat seyredebiliyordu. Gemi zamanına göre modern araçlarla donatılmış, elektrikle aydınlatılmıştı. Bunlar göz önüne alınarak teknenin çürüklüğünden başka kusuru yoktu denilebilir.
MÜRETTEBAT
Ertuğrul’a komutan olarak Miralay Osman Bey’in tayin edildiği daha önce ifade edilmişti. Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa, daha önce Ertuğrula komutan olarak Osman Bey’in büyük kardeşi Albay Mehmet Raşit’i seçmişti. Ancak kendisi geminin durumunun berbat olduğunu söyleyerek bu görevi kabul etmemişti. Nitekim Albay Osman Bey Süveyş’ten kardeşi Albay Mehmet Raşit’e yazdığı mektupta; “Ertuğrul’un komutanlık vazifesini kabul etmemekte çok haklısın, Japonya’ya gitmek şöyle dursun bu gemi ile şuradan şuraya gidilemez… Ben de bunu kabul etmeyecektim ama! Hem kayınbabamın sözünden çıkmak istemedim hem de bir türlü geçinemediğim karımdan kurtulmak istedim. Ölürsem de gam yemeyeceğim” diyordu.
Ertuğrul’un mürettebat sayısı kaynaklarda farklı olarak karşımıza çıkmaktadır. Süleyman Nutku, subayların ismini ve sayısını ayrıntılı olarak verirken erlerin sadece sayısını vermekle yetinmiştir. 54 subay ve 553 er olmak üzere toplam 607 kişiden bahseder.
Bazı çalışmalarda da, Ertuğrul’un mevcudu toplam 609, 61 subay ve memur, 548 er ve erbaş olmak üzere toplam 609 kişi; 56 subay 537 er toplam 593; 62 su¬bay 547 er ve erbaş, toplam 609; 61 subay ve memur 548 er toplam 609; 56 subay 537 er ve erbaş, 6 sivil personel olmak üzere toplam 599; toplam 607; 56 subay, 591 er ve bazı sivil teknisyenler olmak üzere toplam 655; 44 subay, 14 mühendis (yüzbaşı), 591 er, 5 sivil ve l şair olmak üzere toplam 655 olarak verilmektedir.
Burada kazanhane işçilerinden Sürmeneli Osman bin Mehmed Usta’nın 750 kuruş aylıkla Ertuğrul’un kazancılığına Fabrikalar Komisyonu tarafından atandığını belirtmekte gerekir.
Japonya yolculuğu sırasında nerelere uğranılacağı hakkında bir talimat Ertuğrul’un komutanına verilmişti. Bu kez ise gemi personelinin uyması gereken kuralları açıklayan bir talimat daha açıklanmıştır. 13 maddeden oluşan bu talimat mürettebatın düzen ve asayişinin sağlanması içindi.
Personelin limanlarda çok güzel ve tek tip kıyafetlerle görülebilmesi için yeni kıyafetler ısmarlanmıştı. Tüm personele ikişer tane fes, ikişer takım kışlık, dörder takım yazlık elbise ve üçer çift ayakkabı verilmesi emredildi. Ancak bunların bir bölümü satın alınabildi. Feslerin kalıplanabilmesi için de top ambarlarında mangal kömürü ile çalışan bir kalıphane yaptırıldı, gemiye de bir fes ustası tayin edilmişti.
II. JAPONYA SEFERİ
A. YOLCULUĞUN BAŞLAMASI (İSTANBUL)
Ertuğrul’un hareket tarihi daha önce de belirtildiği gibi Ramazan Bayramı’nın beşinci günü(4 Haziran 1889) olarak belirlenmişti. Ancak firkateyn 14 Temmuz 1889’da yola çıkabilmiştir. Bunun sebebi daha önce belirtildiği gibi, inceleme raporlarının Sadrazam’a geç ulaşması ve Ertuğrul hakkında ortaya çıkan şayialardı.
Gemi hareketinden sonra Ahırkapı önlerine gelince yelken açmıştı. Bahriye Liman Komutanı Hasan Paşa, tekneyi Yeşilköy’e kadar uğurlamış ve buradan bir istimbotla geri dönmüştü.
Hasan Ali Yücel, anılarında annesinin ağzından büyükbabası kumandan Ali Bey, Ertuğrul ve yolculuk hakkında bilgiler vermektedir. Ertuğrul’un İstanbul’dan ayrılışını da annesinden şöyle aktarmaktadır; “Sultanselim’den Haliç tabak gibi görünürdü. Ertuğrul da Kasımpaşa’da Divanhane önünde duruyordu. Hasta, lohusa döşeğinde yatan annemden başka bütün ev halkı, pencerelerde gemiyi seyrediyorduk. Öğle üzeri bir de baktık, gemi hareket etti. Bütün askerler güvertede, mızıkalar ey gazileri çalıyor. Yelkenleri açılmamış gemi, çarkını işleterek yürüyordu. Bayraklarla donatılmıştı. Zannettik ki Beşiktaş önünde duracak. Halbuki Sarayburnu önünde kıvrılınca işi anladık. Hepimizde bir ağlama… Böyle gittiler. O zaman halk köprüye, deniz kenarlarına toplanmış, sesler, bağrışmalar bizim konağa kadar geliyordu:
Besmeleyle Ertuğrul’um demir aldı
Hep ahali sahillerde bakakaldı
Çoluğun çocuğun feryadı arşa vardı
Hak selamet versin şanlı Ertuğrul’a.
Üç direkli firkateyndir gemimiz
Kimimiz, bekarız, evlidir kimimiz
Gayret edin çocuklar Capanya’dır yolunuz
Hak selamet versin şanlı Ertuğrul’a”.
B. SÜVEYŞ
İstanbul’dan yola çıkan Ertuğrul, Marmaris limanına, oradan Süveyş’e gelmiş, Port-Sait’te bir gece kalmıştır. Port-Sait’ten ayrıldıktan sonra kanalda iki kez kazaya uğrayan Ertuğrul (27-28 Temmuz 1889), burada havuza alınmıştır. Bu kaza üzerine Bahriye Nezareti, Osman Bey’in yanına bir iki subay alarak posta vapuruyla Japonya’ya gitmesini ve İmparator’a takdim edilecek nişan ve hediyeleri teslim etmesini kararlaştırmıştı. Ancak bu karardan, Osman Bey’den gelen telgraftan, geminin havuza girdiği takdirde onarımının birkaç gün içinde tamamlanacağının öğrenilmesiyle vazgeçilmiştir ve Ertuğrul’un 27 Ağustos’a kadar hazırlanması için gerekenin yapılması istenmiştir.Ancak Ertuğrul 30 Ağustos’ta havuza girmiştir. Onarımı 10-12 gün içinde tamamlanarak Ağustos’un sonuna doğru yola devam edeceği gemi komutanından Bahriye Nezareti’ne bildirilmiştir.
Ayrıca Ertuğrul Süveyş’te iken Rus vapuru ile 3 subay, 3 er ve 20.000 okka eşya navlunu ve kamara ücreti olarak 3387 kuruş gönderilmiştir.
Süveyş’ten hareket tarihinin belli olması üzerine, Almanya bahriye rasathanesi müdürü profösör Neumar tarafından Ertuğrul’un Süveyş-Japonya güzergahı hakkında bir muhtıra yazılmıştır. Profösör burada, uğranılacak yerlerin iklimi, geminin gücüne göre nasıl hareket edebileceği v.s hakkında bilgi vermektedir. Ertuğrul 23 Eylül 1889’da Süveyş’ten ayrılmıştır. Ertuğrul’un süvarisi Ali Bey eşine gönderdiği mektupta, geminin güzelce tamir olduğunu, hatta İstanbul’da yapılmayanları dahi yaptıklarını, sadece kazanların biraz aktığını yazmaktadır.
C. CİDDE-ADEN-BOMBAY-KOLOMBO
Süveyş’ten ayrılan Ertuğrul, Cidde’ye uğrayarak 7 Ekim 1889’da Aden’e varmıştır. Bu arada, Bahriye Nezareti’nden Ertuğrul gemisi komutanlığına Aden’den kömür almasının uygun olacağı bildirilmiştir.
Yolculuğun yapıldığı tarihlerde Kızıldeniz’in doğu kıyıları Osmanlı İmparatorluğu’na aitti. Bahriye Nezareti emrinde olmak üzere Cidde ve Kameron’da bir askeri liman, Konfide’de bir üs, Hüdeyde’de bir komodorluk bulunuyordu.
Gemi komutanı Osman Bey’den gelen 7 Ekim 1889 tarihli telgrafta, Aden’e gelindiği, 10 Ekim tarihli diğer telgrafta da Kolombo’ya doğru hareket edildiği, 21 Ekim tarihli telgrafta Bombay’a uğranıldığı ve 27 Ekim tarihli telgrafta da Singapur’a doğru Bombay’dan hareket edildiği bildirilmiştir. Buna göre firkateyn, Kolombo’dan geçip Singapur’a gidecektir.
Buna göre 20 Ekim’de Bombay’a uğranılmıştır ve burada halk Ertuğrul’a ve mürettebatına büyük ilgi göstermiştir. Bombay’da yayınlanan iki gazete Ertuğrul hakkında makaleler yayınlamışlardır. Bunlardan “Gücerat dilinden” Kasıdı Bombay, 28 Ekim 1889 tarihli nüshasında gemiye karşı olan büyük ilgiden genişçe söz etmektedir. Mürettebatın Cuma günü camilerde namaz kılması, kıyafetleri ve ahlaklarının güzelliği halk üzerinde büyük etki bırakmıştır. Gazete özellikle de mürettebatın ahlaken İngilizler’den çok daha iyi olduğunu yazıyordu. Gazete, Hindistan Müslümanlarının sultana olan yakınlık ve sevgilerinin bu gemiyi ziyaret için yaptıkları hücumlardan anlaşıldığını belirtiyordu.
Diğer gazete de İngilizce olarak yayınlanan Avocat of India’dır ve 29 Ekim 1889 tarihli nüshasında Ertuğrul ve mürettebatına geniş yer vermiştir. Ertuğrul Fırkateyni’nin Hobart Paşa’nın komutasında 1877-1878 Osmanlı-Rus harbine katıldığı belirtilmiştir. Bu makalede özellikle dikkatimizi çeken, İngiliz subaylarının Türk subaylarına verdikleri yemektir. İngilizler (buradaki Glochster Alayı ve subayları) Ertuğrul’un subayları ile Bombay’daki Osmanlı başkonsolosu Kadri Bey’i yemeğe davet etmiştir. İngilizler’in, Osmanlı Devleti’nin gemisini sıcak karşılamasının sebebi, halk üzerinde iyi bir izlenim bırakmak içindir. Çünkü gemiye sadece Müslümanlar değil, ateşperestler, putperestler de akın ediyorlardı. Buradaki Müslüman¬ları kendi aleyhlerine çevirmemek isabetli olacaktı.
Bombay’dan ayrılan Ertuğrul, l Kasım’da Kolombo’ya gelmiş ve burada bir hafta kadar kalarak Singapur’a doğru yola çıkmıştır. Burada da halkın yakın ilgisini görmekteyiz. Mesela gemi subaylarından birisi (adı verilmemiş)Ceride-i Bahriye’ye gönderdiği bir mektupta Kolombo hakkında bilgi vermektedir. Halkın özellikle de Müslümanların giyinişleri, İslam’ı yaşayışları, yemekleri, evleri vs. hakkında tafsilatlı bilgi bulabilmekteyiz. Bu subay burada da, yoğun ilgiyle karşılaştıklarını, gemiye yapılan ziyaretlerde izdiham oluştuğunu anlatmaktadır. Gemiye bir günde gelen kişi sayısının yirmi bin civarında olduğunu, geminin çevresinin kayıklarla dolu olduğunu da bildirmektedir.
Bunun yanında Serendib ya da Seylan adasında, Hazret-i Adem’in gökyüzünden indiği yer vardır ve Hazreti Adem buradan yürüyerek Hindistan’a gitmiştir. Bu sebeple burası kutsal sayılmaktadır.
Bombay’da olduğu gibi Kolombo’da da sultanın adı hutbelerde okunuyordu. Gemi Bombay’dan yola çıktığında bir kaza daha geçirmişti, Ancak Kolombo’da tamir edilmedi. Çünkü burada havuz ve gerekli tamir malzemesi yoktu. Bu sebeple Singapur’a varmak için acele edilmeliydi. Ertuğrul Singapur’a varınca da “geri dönün” denilemeyecekti. Zaten İstanbul’a dönecek güce sahip olan gemi daha yakın mesafede olan Japonya’ya gidebilirdi.
D. SİNGAPUR
15 Kasım 1889’da Singapur’a ulaşıldı. Albay Osman Bey, gemiyi salimen Singapur’a getirmeyi başardığı için, terfi ettirilerek mirlivalığa (tuğgeneral) getirilmiştir. Ayrıca Fırkateynin sağkol ağası Ömer Kaptan da binbaşılığa terfi ettirilmiştir. Ancak Ömer Kaptan’ın neden dolayı binbaşılığa getirildiğine dair herhangi bir bilgi elde edilememiştir.
21 Kasım 1889 tarihli mazbatada, Bahriye Nezareti tarafından Ertuğrul’un ya Japonya’ya gitmesi (bunun için de Haziran’a kadar Singapur’da, dönüş için de Ekim’e kadar Japonya’da kalması gerekiyordu), ya da Osman Bey’in gemiyi Singapur’da bırakıp yanına birkaç subay alarak o sulara ait posta vapurları ile Japonya’ya gitmesi, nişan ve hediyeleri İmparator’a sunması, bir ay içinde Singapur’a ve oradan da İstanbul’a dönülmesi şeklinde öneride bulunulmuş ve Şura-yı Bahriye’den bu bahiste kesin bir cevap istenmişti. Şura-yı Bahriye de Babıali’ye bildirdiği kararda eğer Fırkateynin Japonya’ya gitmesi istenirse mevsim rüzgarlarının esmesine kadar Singapur’da, sonra da Japonya’da kalmak ve dönüş masrafı için de 40.000 lira kadar miktarın tahsis edilmesi ya da Osman Bey’in posta vapurları ile Japonya’ya gidip görevini yerine getirmesi, bu arada Fırkateynin Singapur’un civarındaki Cava adası ve diğer Müslüman halkı fazla olan yerlere uğrayıp Osmanlı’nın şanını dalgalandırıp azametini yükseltmesi ifade ediliyordu.
Mektuplarından Ertuğrul’un yolculuğunu takip edebildiğimiz kumandan Ali Bey, bu kez 15 Kasım 1889 tarihli mektubunda “…buraların gemileri acayip, yani denizlerine göre yapılmış. Bizim geminin iki veya üç misli cesametinde olup, bizim mahut ise ekmekçi sepeti gibi gıcırdıyor.Bakalım gemimiz tahammül ederse ileri, olmazsa geri hareket olunacak zannederim” diye yazarak buradaki belirsizliği o da ifade ediyordu.
Şura-yı Bahriye’nin kararı hakkında saraydan bir cevap çıkmamış, yaklaşık bir ay kadar sonra da Bahriye Nezaretinden Osman Paşa’ya 30 Aralık’ta bir emir gönderilmiştir. Burada bu konuya ilişkin herhangi bir iradenin çıkmadığı dikkate alınırsa, geminin Japonya’ya kadar gitmesinin düşünüldüğü anlaşılabilir.
Bu arada Osman Paşa’nın mürettebat için istediği elbiseler de İdare-i Mahsusa vapuru ile Port Sait kömür memuruna, buradan da, posta vapurlarından biriyle gemiye ulaştırılmıştır. Ayrıca Bahriye Nezareti tarafından, Ertuğrul’un Singapur’dan hareket zamanının yaklaşması üzerine, 5.000 liranın gönderilmesinin de Babıali tarafından Maliye Nezareti’ne emredildiği, Ertuğrul kumandanlığına bildirilmiştir. Şöyleki;
“… Singapur’da bulunmuş olan Ertuğrul Fırkateyn-i Hümayununun oradan hareketi zamanı hulul eylediğinden kumandanı canibinden vuku’ bulunan iş’ara nazaran lüzumu acil görünmesiyle beş bin aded İngiliz lirasının Bank-ı Osmani marifetiyle veya vesait-i saire ile şimdiden mezkur firkateyn kumandan-ı mumaileyhe ifasıyla…”. Ayrıca Osman Paşa, mürettebatın yemek masrafı için ayrılan paranın yetmediğini de merkeze bildirmiştir. Bunun üzerine Bahriye Nazırı 15 Mart 1890’da bu durumu arzetmiş ve Bahriye Şurası tarafından da Fırkateynin subaylarının yemek masrafları için ayrılan tahsisatın 2.000 kuruş arttırılmasının kararlaştırıldığı bildirilmiştir. Osmanlı Devleti bir devlet olarak vatandaşı Banker Ohannes Efendi’den Ertuğrul’a gönderilecek olan paranın gemiye ulaştırılmasını istemiştir;
“Banker Ohannes Aşiyan Efendi’ye
Japonya’ya doğru İstanbul’dan hareket eden Ertuğrul Fırkateyni’ne ödenmesi gereken 2.000 adet İngiliz lirasının Bahriye Şurasınca kararlaştırıldığı gibi, Londra’da bulanan şubeniz aracılığıyla Singapur’da bulunan, adı geçen firkateyn komutanına teslimi rica olunur.
Paranın orada teslim günü, borsa piyasasına göre yapılmış olan masraflar her ne İngiliz lirası tutarsa tutsun Osmanlı lirasına çevrilmek suretiyle ödenecektir. Bu miktar Osman Paşa’ya gönderilecek telyazı üzerine Bahriye bütçesinden ayrılmıştır.
Yukarıda belirtilen hususlar çerçevesinde gerekli olan paranın hemen gönderilmesi işleminin tarafınızdan yürütülmesi hakkındaki yazı, Bahriye Şurasınca hazırlanmış olup, keyfiyyet Osman Paşa’ya bildirilmiştir”.
Geminin Japonya’ya nasıl gideceği hakkında görüş alış verişleri böyle devam ederken, Ertuğrul ve mürettebatı, Singapur’da bulunulduğu süre içerisinde, halk tarafından son derece samimi karşılanmıştır’. 29 Ekim 1889’da Singapur’dan İstanbul’a çekilen telgrafta, Bombay ve Kolombo’da 30.000’den fazla Müslümanın gemiyi ziyarete geldiği, Singapur’a gelindiğinden itibaren de Malaka, Sumatra ve Cava’dan Müslümanların, prenslerin ve ileri gelenlerinin ziyaret akınlarıyla karşılaştıkları bildiriliyordu. Mürettebat hergün ziyafetlere davet ediliyordu. Hatta Sumatra, Cava ve Siyam Müslümanları, Felemenklilerin yaptığı mezalimi dile getiren iki adet yazıyı Osman Paşa’ya vermişler ve Osmanlı Devleti’nden yardım istemişlerdir. Bunun üzerine bölge Müslümanlarına mümkün olan yardımın yapılması gerektiği, bu konuda da Avrupa devletlerinden bazılarına, özellikle de İngiltere’ye müracaat edilmesinin uygun olacağı ve bu ahali için ne gibi teşebbüslerde bulunulmasını kararlaştırmak üzere konunun Meclis-i Vükela’da görüşülmesinin kararlaştırıldığı bildirilmiştir.
Bunun yanında halk Ertuğrulu kutsal bir yer olarak görüyor hatta şükranlarını sunmak için gemide secdeye varıp dua ediyordu. Singapur sularındaki gemilere de Osmanlı sancağı çekiliyordu.
Ertuğrul, Singapur’da yolculuğa çıkmak için uygun havayı beklerken, dört aydan fazla bir süre burada demirlemek zorunda kalmıştı. Bu bekleyiş, sadece masraf bakımından değil, başka hususlar açısından da sakıncalar ortaya çıkarıyordu.
Mesela, “Times” gazetesi, 5 Aralık 1889 tarihli nüshasında, “…Türk Fırkateyninin gene arıza sebebiyle Singapur’da yola devam edemeyerek durduğu, taşınan nişan ve sairenin ise posta vapuruyla gönderileceği…” yazıyordu. Bunun üzerine Hariciye Nezareti, Bahriye Nezaretinden bu konuyla ilgili olarak açıklama istemiştir. Bahriye Nezareti de bu makalenin asılsız olduğunu açıklamıştır. Yine Kolombo konsolosluğundan Londra elçiliğine oradan da İstanbul’a gönderilen gazete haberinde, Ertuğrul Fırkateyni’nin Singapur’da beklemesinin sebebinin kömürü ve onu alacak parasının olmamasından, liman vergisini de verememesinden dolayı olduğunu yazıyordu. Adı geçen gazete, Kolombo’da yayınlanan “Ceylon Observer” adlı gazeteydi ve bu gazetede çıkan makale “Novosti” adlı gazetede yayınlanmış, buradan da Krunştadski ve Stanik ile Journal de St. Petersburg gazetelerine naklen alınmıştır. Bu konu ile ilgili olarak Osman Paşa ile Singapur valisi arasında görüşme olmuş ve vali gerçeğe uygun olarak davranılacağı cevabını vermiştir.
Bahriye Nezareti de Hariciye Nezareti’ne Ertuğrul’un Singapur’da durmasının sebebinin gerekli olan levazımatı sağlamak ve yelken kullanmak için uygun havanın beklenilmesinden kaynaklandığını, bu nedenle Ceylon Observer gazetesinde yayınlanan makalenin taraflarınca tekzip ettirildiğini bildirmektedir.
Singapur’da yayınlanan “Free Press” gazetesi ise Ertuğrul Fırkateyni’nin arıza sebebiyle yola devam edemeyeceğini, bunun için de nişanın posta ile gönderildiğini yazıyordu. Bu gazeteye de yazısı tekzip ettirilmiştir.
Bu kez de “Free Press” gazetesinin, Ertuğrul’un mürettebatı hakkında müsbet fikirler taşıyan bir makalesini görmekteyiz. “Singapur’da Filika Yarışı” adlı bu makalede Ertuğrul’un mürettebatından övgüyle söz eden gazete, geminin bandosunun kraliçe hazretlerinin marşını çalmaya başlayınca hazır bulunanların şaşırdığını ve ardından da Osmanlı Sultanı ve İslam Halifesi Abdülhamid Han hazretlerinin ömür ve saltanatının devamı için dua okunduğunu ifade etmektedir.
E. SAYGON – HONGKONG
Ertuğrul 22 Mart 1890’da Singapur’dan hareket etmiş, ancak rüzgarın şiddetinden ve Singapur’dan alınan kömürün yetmemesinden dolayı Fransız sömürgesi olan Saygon’a uğrayarak kömür tedarik edilmiştir. 3 Nisan’da buradan hareket edilmişse de, aksi rüzgardan dolayı geri dönüp 20 Nisan’a kadar beklenilmiştir. Burada Fransız subayları tarafından gemi mürettebatına ziyafetler verilmiştir.
Hongkong’a 26 Nisan’da varan Ertuğrul, buradan kömür almıştır. Burası da İngiliz sömürgesidir.
F. NAGASAKİ-KOBE-YOKOHAMA
5 Mayıs’ta Nagasaki’ye doğru yola çıkmış ve yine kötü hava yüzünden Foçu’da beklemek zorunda kalmış ve burada yine kömür alarak 18 Mayıs’a kadar beklemiştir. 22 Mayıs’ta Nagasaki’ye dört gün sonra da Kobe’ye gelmiştir. Ertuğrul, 7 Haziran 1890’da son durağı olan Yokohama limanına ulaşmıştır. Ertuğrul limana yaklaşırken, burada beklemekte olan Japon, İngiliz ve Fransız donanmalarına ait gemiler tarafından karşılanmıştır.
Osman Paşa, 13 Haziran 1890’da İmparator’a Padişah’ın mektubunu, nişanı ve diğer hediyeleri takdim etmiştir. İmparator Meiji de, o gece verilen yemekte, Osmanlı nişanını takmıştır. Ayrıca Osman Paşa’ya “Sulilövan” nişanının büyük kordonu ve yanındaki subaylara da aynı nişanın üçüncü ve daha sonraki rütbeleri hediye edilmiştir. Türk heyeti ayrıca İmparatoriçe’ye de taç ile murassa gerdanlığı sunmuştur.
Heyet burada bulunduğu süre içinde karşılaştıkları muameleden son derece memnun kalmıştır. Türk heyeti, orada kaldıkları süreyi gerektiği gibi kullanmıştır. Mesela Japonların ve İngilizlerin de katıldığı filika yarışına iştirak etmişler ve Türk heyetinin bu yarışlardaki olumlu tutumu gazetelere yansımıştır. Osman Paşa da Tokyo’da yabancı devlet elçileriyle resmi temaslarda bulunmuştur. Bunlardan Rusya elçisi ile yaptığı görüşmede, elçi kendisini, görevini başarıyla tamamladığından dolayı tebrik etmiş, pederi Osman Paşa’nın namını bir kat daha yücelttiğini, böyle bir aile evladı olan kendisiyle görüşmesini de bahtiyarlık saydığını söylemiştir. Osman Paşa ise kendisinin Sinop’ta vatanına aynı hizmeti gören Amiral Osman Paşa’nın torunu olduğunu söyleyerek, tebriki için teşekkür etmiştir. Rus elçisi bu kez, büyük yanlışlık yapmadığını, bu şerefle de gerçek dedesini saygı ile anarak Osman Paşa’yı tebrik ettiğini söylemiştir. Osman Paşa Rus elçisinin aralarında olan bu konuşmayı her yerde anlattığını söylemektedir.
Burada yine Banker Aşiyan Efendi tarafından Londra’dan Ertuğrul kumandanlığına 27.673 dolar gönderilmiştir. Aşiyan Efendi 7 Ağustos 1890 tarihli istidasında da, bu paranın 549.390 kuruşa karşılık geldiğini, alacağı komisyonu ve diğer masraflarıda belirtmiştir.
III. YOKOHAMA-İSTANBUL
A. DÖNÜŞ İÇİN HAZIRLIK
Osman Paşa, Bahriye Nezareti’ne gönderdiği yazıda, Ertuğrulun Japonya’daki görevini yerine getirdiğini ancak dönüşte güney rüzgarına rastlayacağını ayrıca Ekim’e kadar olan zamanın da tayfun mevsimi olduğundan, değil Aden’e, Singapur’a kadar bile gitmesinin zor ve tehlikeli olacağını belirtiyordu. Bu sebeple, Japonya’nın Uraga, Hyogo ve Nagasaki ve hatta Çin’in Şangay gibi limanlarına uğranarak, buralarda birer ay beklemenin ve bu zamanın bu şekilde geçirilmesinin, o zaman esmeye başlayacak rüzgarlarla dönmenin uygun olacağını ifade ediyordu. Nezaret, Mabeyn’e gönderdiği tezkerede, Osman Paşa’nın birer ay bekleme önerisinin, geminin Singapur’da uzun süre kalmasından dolayı çıkan asılsız söylentileri önlemek için olduğunu ve ayrıca kalabalık bir Müslüman ahalisi bulunan Kalküta’ya da uğramalarının münasip olacağını bildirmiştir.
15 Haziran’da Osman Paşa’ya bildirilen talimatta, belirlenen limanlara uğranılıp buralarda belirlenen sürelerden fazla kalınmaması, uygun rüzgarlardan yararlanarak, kömürden tasarruf ederek bir an evvel İstanbul’a varılması, dönüş masrafı için de beşbin lira gönderileceği ve bundan başka para istenmemesi bildiriliyordu.
Bahriye Nazırı bu kez geminin hareket ettiği takdirde Uraga ve Nagasaki’den sonra, hava müsait olursa güneye yönelerek Batavya’ya gitmesi, burada Osmanlı Konsolosu ile görüşmesi ve Felemenk limanlarına uğraması halinde bu durumun önceki güzergahına nisbeten dört yüz milden fazla yol gitmesini gerektireceğini, bunda bir mahsur yoksa da siyasi olarak bir sakıncasının olup olmadığını 23 Temmuz’da Hariciye Nezareti’nden sormaktadır. Bunun üzerine Kamil Paşa iki gün sonra, Ertuğrul’ıın buralarda dolaşmasının siyasi bir sakıncasının olmadığını, aksine Müslüman halkı memnun edeceğini bildirmiştir. Dönüş yolculuğunda Ertuğrulun Felemenk limanlarına uğraması gerektiğini, Osmanlı Devleti’nin Lahey Sefareti de belirtiyordu. Lahey Sefiri Karaca Paşa, geminin Japonya’ya giderken, Hint Denizi’nden geçtiği sırada Sunda adalarındaki Müslüman ahali arasında, Hollandalıların Hindistan’daki limanlarından bazılarında Osmanlı sancağının dolaşacağı haberinin duyulması ile, hilafete bağlı olan yerli halkın Osmanlı sancağını görmeyi ümit ettiğini, ancak geminin uğramaması üzerine, bütün hayallerinin boşa çıktığını yazmaktadır. Müslüman ahali, Ertuğrulun limanlarına uğrayacağı haberine kendilerini o kadar kaptırmıştı ki Hindistan’daki Hollanda Deniz Kuvvetlerinin amirali Ertuğrul’u karşılamak için büyük bir özenle hazırlanmıştı. Ertuğrulun buralara uğramaması, halk üzerinde hayal kırıklığına sebep olmuş, Hollandalıların ise bu durumdan memnun olmalarına yol açmıştır. Hollandalılar bunu Osmanlı Devleti’nin aleyhine kullanmışlar ve aleyhte pek çok yazılar yayınlamışlardı, Lahey’deki Osmanlı Sefiri Karaca Paşa, bu yayınlara karşılık başkonsolos Rıfkı Bey’in ilişkilerinin iyi olduğu gazetelerle cevap verildiyse de pek başarılı olamadıklarını, bu sebeple dönüşte geminin buralara uğramasının iyi olacağını da ifade etmektedir. Karaca Paşa, geminin Sunda Adası’nı ziyaret etmesini savunurken, Açe’ye uğramasını istememektedir ve bu fikirden vazgeçilmesini önermektedir. Çünkü Açe’nin yerli hükümdarı, Hollanda idaresinde olmayı kabul etmediğinden, Hollandalılarla muharebe ve İslam Halifesine bağlılığını ifade etmektedir. Bu sebeple, Osmanlı sancağının burada görünmesi, Açe hükümdarına destek vermek gibi anlaşılabilirdi. Bu da devlete zarar verebilirdi. Yani Hollanda ile ilişkilerimizi bozabilirdi. Ayrıca, Hollandalılar gemiyi iyi karşılayarak, Müslüman halk üzerinde, “…Sultan, Hollandalıların Müslümanları, daire-i itaate almasına manen yardım ediyor…” diye halifenin manevi desteğinin kendilerinden yana olduğu şeklinde propaganda yapabileceklerini, bu yüzden Ertuğrul’un Açe’ye uğramamasının daha iyi olacağını söylemektedir.
Geminin Açe’ye gelmesi Osmanlı Devleti ile Hollanda arasındaki ilişkileri bozabilirdi. Ancak, Hollanda’nın bu bölgedeki hakimiyeti zaten Almanlarca tehdid ediliyordu. Hollanda’nın bir savaşa girmesi mümkün değildi. Ayrıca Hollanda ile Osmanlı Devleti’nin sınırı da yoktu. Halife de savaş istemediğine göre, mesele bir iki diplomatik protesto notasından ileri gitmeyecektir. Diğer taraftan daha Abdülmecid ve Abdülaziz devirlerinde kendilerini Hollanda esareti yerine dini reis ve hamileri Osmanlı Devleti’ne ve İslam Halifesi’ne bağlamak isteyen ve bunun için müracaat eden bu insanlar lehine küçük bir manevi destek, askeri yardımdan daha etkili olacaktı ve Hollanda’nın bir iki protestosu da pek bir şey ifade etmeyecekti. Osmanlı Hariciyesi’ndeki bu tutum, ancak meselenin mahiyetini idrak edememe, basiretsizlik ve kendine güvenin olmayışı ile izah edilebilir. Zira Osmanlı Devleti bu bölgede hakimiyet için diğerinin açığını kollayan Almanya ve Fransa’yı devreye sokabilirdi. Böyle bir ortamda da burada manevi hakimiyet kurmak mümkün olabilirdi. Bu da askeri bir başarıdan daha etkili olurdu. Ancak II.Abdülhamid ve devlet erkanının prensibi buna mani olmuştur. Bu da başta İngiltere olmak üzere sömürgeci devletlerle problem çıkarmama prensibidir.
Dönüş için yol güzergahı bu şekilde hazırlanırken, Ertuğrul’u bir şanssızlık daha yakaladı. Burada kolera salgınına yakalandılar. Nagaura’da Ertuğrul ile birlikte mürettebat da karantinaya alınmıştır. Mürettebattan otuz altı kişi hastalanmış, on iki kişi vefat etmiştir. Bu rakam Ceride-i Bahriye’de hastalanan otuz beş, vefat eden on bir kişi olarak verilmektedir. Karantinadan dolayı hareket tarihi yine ertelenmiştir. Ertuğrul, Eylül’de hala Yokohama’da bulunuyordu. Burada bir ay kalınması planlandığı halde üç ay olmuştu.
Bütün bu gelişmelerin neticesinde Ertuğrul, 15 Eylül 1890’da Yokohama’dan İstanbul’a hareket etmiştir.
B. FACİA
14 Temmuz 1889’da İstanbul’dan ayrılan Ertuğrul altı ayda gitmesi planlanan yolu on bir ayda tamamlayabilmiş ve yukarıda belirtildiği gibi 15 Eylül 1890’da dönüş yolculuğuna başlamıştı.
Ancak Yokohama’dan Kobe’ye giderken Kashinozaki fenerini geçtiği sırada kayalıklara çarparak batmıştır. Bu bilgiyi Ceride-i Bahriye’den alan Süleyman Nutku kaza tarihi olarak 18 Eylül akşamını vermektedir. Japonya İmparatoru’nun saray nazırı tarafından ve Japonya Hariciye Nezaretinden Osmanlı Hariciye Nezareti’ne gönderilen telgraflarda 16 Eylül tarihi verilmektedir. 23 Eylül 1890 tarihli Sadaret tezkeresinde de, Japonya Bahriye Nezaretinden alınan telgrafa dayanılarak, Ertuğrul’un batış tarihi 19 Eylül gecesi olarak verilmektedir. Japonya Bahriye Nezaretinden Osmanlı Bahriye Nezareti’ne gönderilen telgrafta ise 16 Eylül verilmektedir. Kazanın kesin tarihi 16 Eylül 1890 olmalıdır. Çünkü bu tarihten sonra kaza ile ilgili telgraflar gönderilmiştir. Aradaki bir iki günlük fark, facia haberinin ulaştırılması sırasında geçen zamandan kaynaklanmaktadır.
Kaza İstanbul’da duyulunca bunun halka nasıl açıklanacağı düşünülmüş ve Ceride-i Bahriye’de ilan edilmesine karar verilmiştir. Dergide çıkan yazıda Ertuğrul’un her gittiği yerde yerli Müslüman ahali tarafından coşkunlukla karşılandığı, Osmanlı sancağını dalgalandırdığı yazılmış ve övülmüştür. Kaza hakkında da biraz bilgi verilmiş ve kazadan hiç kimsenin sorumlu olmadığı anlatılmaya çalışılmıştır.
Kaza hakkında Japon gazetelerinde de pek çok yazı çıkmıştır. Bu yazılarda geminin kazanının patlamasının sebebi olarak Japon kömürü gösteriliyordu. Yokohama’da iken çarkçıların Japonya kömürünün kullanılamayacağını söylemelerine dikkat çekiliyordu. Bunun yanında geminin karaya çok yakın seyretmesinin kazaya sebep olduğunu söyleyenler de vardı. Asıl tehlike buydu ve geminin kazanı patlamasa bile zaten bu sebeple kayalıklara çarpacaktı.
Deniz Müzesi’nin kurucusu, Ceride-i Bahriye ve Mecmua-i Fünun-ı Bahriye dergilerinin naşiri Süleyman Nutku, “bu sefer için tedbirde kusur eden nazır suçludur’ demektedir. Yapılan uyarılara rağmen işi takdire bırakmak büyük bir hatadır. “Nazır Paşa kızının hatırı için damadını ölüme gönderdi” diyenlere karşı da, “Altı yüz güzide bahriyelinin ne kabahati vardı?” demektedir. Nutku, II. Abdülhamid’e de gemiyi gönderme konusunda çok yükleniyorsa da, bu konuda Padişah’tan çok Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa’nın raporları yanıltıcı olmuştur. II. Abdülhamid, geminin arızaları hakkında duyum aldığını ve onarımın gerekli olduğunu belirtmiş olmasına rağmen Bahriye Nazırı bunların dedikodu olduğunu öne sürerek sarayı yanıltmıştır.
Kaza ile ilgili haberler sadece Türk ve Japon basınında yer almıyordu. “Times”‘ın 20 Eylül 1890 tarihli nüshasında bu kazaya yer verilmiştir. Bu makalede Ertuğrul ve mürettebat övülmüştür. Hatta İngiliz gemilerinden bu şekilde batanlar da örnek olarak verilmiştir.
Yine Londra’da neşredilen “Standart” gazetesi bu olaya yer vermiştir. Bu makalelerde bir Japon posta vapurunun battığı ve bir kişinin de öldüğü yazıyordu.
Hyogo’daki Lloyd Acentası da gönderdiği telgrafta kazadan bahsetmiş ve tarihten benzer olayları örnek vermiştir.
Bu olayı Osmanlı Devleti’nin aleyhine kullanmak isteyenler de vardı. Bunlardan biri Paris’te çıkmakta olan “Tan” gazetesiydi. Bahriye Nezareti, bu gazetenin yurda sokulmamasım istemiştir.
C. ŞEHİTLER VE KURTULANLAR
Geminin mürettebat sayısı hakkında, daha önce de belirtildiği gibi, verilen rakamlar farklıdır. Bu kez şehit olanların sayısı da karşımıza farklı çıkmaktadır.
Ertuğrul’un mürettebat sayısının 685 olduğu, kazada ise 586 kişinin öldüğü, 99 kişinin de kurtulduğu Japonya Bahriye Nezaretinden bildirilmiştir. Kurtulanlara ait sayının abartılı olduğu açıktır. Çünkü elimizdeki belgeler kurtulanların sayısını daima 69 olarak vermişlerdir.
Kaynaklar şehitlerin sayısını 587, 580, 581, 540 olarak vermekle birlikte, kurtulanların sayısının 69 olduğu hususunda hemfikirdirler. Şehitlerden 56, kurtulanlardan da 6 subayın isimleri mevcuttur. Bunlardan başka şehitlerin isimleri toplu olarak hazırlanmıştır. Deniz Arşivinden alınan bu listede 531 şehitin adı zikredilmektedir. Kurtulan 6 subayın adı da bilinmektedir.Sadece faciadan kurtulan erlerin isimlerine ulaşılamamıştır.
Şehitler arasında Şehremaneti Mektubi Kalemi (Belediye Yazı İşleri)’nden Padişah emriyle, seyahat hakkında not tutmakla görevlendirilen Ali Ruhi Bey vardı. Ali Ruhi Bey, Padişah’a takdim olunmak üzere bir seyahatname yazacaktı. 13 Temmuz 1889 tarihli tezkerede, Ali Ruhi Bey’in bu iş için görevlendirildiğinin belirtilmesinin yanında ayrıca, aldığı maaşın, Japonya’dan donünceye kadar Ertuğrul Fırkateyn-i hümayunu sandığına aktarılması ve kendisine buradan her ay maaşının verilmesi gemi komutanlığına bildirilmiştir. Kendisinin Singapur’da hastalanarak burada öldüğü veya geminin batması esnasında boğulduğu söylenmektedir.
D. OSMANLI DEVLETİ’NİN JAPONLARA TEŞEKKÜRÜ
Osmanlı Devleti, şehitlerin denizden çıkarılması ve yaralıların da tedavi edilmeleri konusunda Japonların gösterdikleri ihtimama karşılık vermek istemişti. Kazazedelere yardım eden köylülere üç bin yen gönderilmiştir. Japonya’dan yardım edenlerin isimleri tek tek istenmiş ve bunlara çeşitli rütbelerden nişan ve madalyalar verilmiştir.
E. ERTUĞRULUN EŞYASI
Ertuğrul’a ait eşyayı çıkarmak için Japonya Hariciye Nazırı, Osmanlı Devleti’nden izin istemiştir. İzin verilmesiyle yapılan çalışmalar tamamlanmış ve gemi mürettebatının ruhları için de bir ayin düzenlenmiştir. Geminin enkazı arasından çıkarılan eşyalar, Yokahama’ya, oradan da Mesajeri Kumpanyası vapurlarından biriyle İstanbul’a getirilmiştir. Bu kumpanya memurlarına da hizmetlerinden dolayı nişan verilmiştir. Ertuğrul’a ait toplar ise elde fazla top bulunmaması sebebiyle Osmaniye Fırkateynine konulmuştur.
Bu çalışmalara katılanlara da çeşitli rütbelerden nişanlar ve madalyalar verilmiştir. Japonya Salib-i Ahmer (Kızılhaç) Cemiyeti’nin Başkanı Prens Komaço’ya da tahlisiye madalyası gönderilmiştir. Bu madalyanın yerine ulaştığını, daha sonra kazazedeleri İstanbul’a getirecek olan Japon gemilerinden Hiyei’nin komutanı Tanaka İstanbul’a bildirmiştir.
Osmanlı Devleti, Ertuğrul’un batmasından sonra Ertuğrul’un mürettebatının, eşyalarının denizden çıkarılması ve sonrasında, Japonların gösterdikleri yakın alaka karşısında daima memnuniyetini ifade etmiştir. Bu ifade şekli para yardımı, genellikle de yararlılıkları olan Japonların isimlerinin tek tek öğrenilmesi ve onlara nişanlar verilmesi şeklinde kendini göstermiştir. Başta Japon İmparatoru’nun saray nazırı (başbakan) Nagasaki ve Japon İmparatoriçesi olmak üzere Japonya devlet erkanı (harbiye, bahriye, hariciye nazırları gibi) ve diğer memurlara çeşitli rütbelerden nişanlar gönderilerek, Osmanlı Devleti’nin bu konudaki hassasiyeti ortaya konulmuştur. Bunlara karşılık Japonya da, bu münasebetlerde yararlılıkları görülen Osmanlı devlet erkanı ve bazı memurlara nişanlar göndermiştir. Japonya da gönderilen nişanları, derecelerini ve kimlere verildiğini ayrıntılı olarak Osmanlı Devleti’ne bildirmiştir.
F. KURTULANLARIN İSTANBUL’A GETİRİLMESİ
Kazazedelerin İstanbul’a getirilmeleri işini Ruslar ve Japonlar üstlenmek istemiştir. Ancak her iki devletin de teklifi Osmanlı Devleti tarafından reddedilmiştir. Japonların gemisinin harp gemisi oluşu, Ruslar açısından da mevsimin uygun olmaması redde sebep teşkil etmiştir. Netice olarak kazazedelerin İstanbul’a posta vapuruyla getirilmelerine karar verilmiştir. Ancak daha sonra Japonya’nın ısrarı üzerine, Japon harp gemileri ile getirilmeleri uygun görülmüştür. Osmanlı Devleti, Japonların, kazazedeleri İstanbul’a getirme hususundaki isteklerini kabul etmiş olmakla birlikte, gemilerin Çanakkale Boğazı’ndan geçmesine müsaade etmeme kararı almıştır.
Hiyei ( komutanı Tanaka ) ve Kongo ( komutanı Hideka ) adlı bu iki Japon harp gemisi kazazedeleri alarak yola çıkmıştır. Türk hükümeti, kazazedeleri alarak, İstanbul’a getirmesi için İngilizce bilen İzzeddin Vapuru Ko¬mutanı Rıza Bey’i Port Sait’e göndermişti. Rıza Bey, Japonlara kazazedeleri İstanbul’a kendilerinin götürmek istediklerini söylemiş, ancak Japonlar imparatorlarından kendilerinin götürmeleri konusunda emir aldıklarını ifade etmişlerdir. Birlikte Beşike’ye gelmişlerdir. Gemilerin Çanakkale Boğazı’ndan geçiş izni yoktu. Bu izin çıkıncaya kadar Beşike’den İzmir’e gelmişlerdi ve İzmir’de beklemişler, izin çıkınca da kendilerini karşılayan Talia ve İzzeddin Vapurları ile birlikte İstanbul’a hareket etmişlerdir. Japon subayları ve erlerinin karaya çıktıklarında Rum, Ermeni ve İtalyan serserileri tarafından rahatsız edilmemeleri için de bahriyeden subaylar ve erler görevlendirilmiştir. Bunlar İngilizce bilenler arasından seçilmiştir. Japonların kentteki gezileri sırasında, tercümanlar, dellallar ve tüccarlar tarafından rahatsız edilmemeleri ve uygunsuz kişileri yanlarına yaklaştırmamaları için, özellikle Ertuğrul’dan kurtulmuş olanlar arasından yardımcılar da görevlendirilmiştir. Öyle sıkı önlemler alınmıştı ki, sadece bir kez Yahudi bir sarrafın para değiştirirken hile yaptığı şikayetinin alınması üzerine bu işi kapatmakla hahambaşı görevlendirilmiştir.
Yine bir defasında da Fındıklı’da şeker satın alan Japon erleri bunları ceplerine sığdıramayınca artanı sebilin üstüne bırakıp gitmişlerdi. Bunun üzerine derhal karakola haber verilmiş ve şekerlerin başına bir zaptiye neferi yerleştirilmiştir. Japonlar akşama döndüklerinde, şekerlerini bıraktıkları gibi bulup almışlardır.
Bu iki Japon gemisi mürettebatına çeşitli rütbelerden Osmani ve Mecidi nişanları, tahlisiye, iftihar ve zayi madalyaları verilmiştir. Madalya verilen Japon subaylarının isimleri ilgili belgelerde kayıtlıdır.
Japon gemilerinin kumandanlarına ayrıca Padişah tuğralı, elmas işlemeli, altın sigara kutusu hediye edilmiştir. Japon İmparatoru’na verilmek üzere de II. Abdülhamid’in teşekkürlerini ihtiva eden bir mektup da hazırlanmıştır.
Hiyei ve Kongo’nun İstanbul’u ziyareti Türk kamuoyunu etkilemiştir. Buna örnek olarak Tercüman-ı Hakikat gazetesinde “Japonya Medeniyeti” başlığıyla yayınlanan Mustafa Refik’in makalesindeki şu bölüm verilebilir:
“Bugünkü Avrupa uygarlığını kabulde bir sürat-ı fevkalade ile hareket eden milletlerin en birincisi Japonlardır. ‘Münteha-yı Şark (Uzakdoğu) Fransızları olan Japonlar, Fransızlar kadar nazik, dostluğu ve misafirperverliği sever bir kavimdir. Cihanın dikkat-ı nazarını ve teveccühünü artık tamamıyla çekmeye başlamış olan işbu ‘Doğu Fransızları’ ile biz de yeni bir şekilde iyi ilişkiler kurmakta bulunduğumuzdan dolayı ne kadar iftihar etsek yine azdır”.
“Kaya Alp” müstearı ile “Genç Kalemler”de bir Japon’dan tercüme ettiği, Japonya ile ilgili bir makalesi yayınlanan Ziya Gökalp de, iki Japon gemisinin ziyareti ve Japonlar hakkında oluşan Türk kamuoyu ile ilgili şunları yazmaktadır: “Rüşdiye mektebinde coğrafya okurken Japonya’yı da diğer memleketler gibi öğrenmiştim. Bu sırada idi ki Japon sularında gark olan Ertuğrul gemisinin bahtiyar bir tesadüfle kurtulan mürettebatını hamil iki Japon gemisi İstanbul’a gelmişti. Coğrafya kitabındaki o kelimeler, Japon kelimeleri, bu iki gemi ile canlanmıştı. O bize hiçbir mana ifade etmeyen satırlar gözümüzün önündeki iki gemi ile bariz bir şekil almıştı.
Herkes onları, dünyanın öbür ucundan gelen ve avam lisanındaki (Yecüc Mecüc) ifadesine canlı birer kahraman teşkil eden küçük boylu, sarı benizli adamları görmeye, gemilerini gezmeye gidiyordu. Gemileri görmeye gidenler o küçük adamların misafirperverlik eseriyle dönüyorlardı: Tütün içenlere ince, sarı bir tütün, yahud ince kağıtlar hediye ediyorlardı.
Bir gün birkaç Japon zabiti, bulunduğum mektebe gelmişti. Bütün arkadaşlarım gibi bende o zabitlere hayretle, hayretten ziyade onlarda bize benzemeyen bir şeyler aramak, görmek gayretiyle bakıyordum. Fakat hayrete, taaccüb-ü şayan bir şey görememiştim. Bunlar küçük, bellerindeki kılıçlar da bir bıçak kadar ufak idi. O zaman Japon ismi küçüklüğe, inceliğe delalet eden bir sanat olmuştu. İşte ilk hatıralar bundan ibaret idi.
Japonya’yı yeniden meydana çıkaran Çin harbi oldu. Japon-Çin harbi, herkesi yeniden Japonya’ya göz attırdı. Pek az zaman içinde Çin’in payitahtına kadar muzafferen yürümeleri herkesin dikkat-i gözlerini kendilerine çevirecek mühim bir hadise idi. Bundan sonra Japonya’yı ve Japonları bu kadar iğtişaşında, daha sonra Rus-Japon harbinde görüyorduk. O küçücük adamlar buralarda büyümüş, pek büyümüştü.
İlk tanıdığımız zaman nasıl küçük, ince, zayıf görüyor ve insanlardan, bizden başka bir mahluk gibi telakki ediyor idiysek sonra da büyük, pek büyük, kavi, korkunç ve yine de insanlardan, bizden pek başka bir mahluk olmak üzere tanıyorduk. Hala bu büyük Japonya’nın terakkiyatını hayretle, fakat ibretle görmeliyiz.
Garbın en müterakki, en mütemeddin milletlerini kıskandıracak derecede ileri giden, en kuvvetli, en müthiş hükümetleriyle boy ölçüşen bu aksa-yı şark İngilizlerinin nasıl ilerlediklerini öğrenmeliyiz”.
Görüldüğü üzere artık Japonya, kimine göre “Münteha-yı Şark Fransızları”, kimine göre de “Aksa-yı Şark İngilizleri” idiler.
İki Japon gemisi yirmi gün kadar İstanbul’da kalmış, 10 Şubat’ta buradan ayrılmış, Yunanistan’ın Pire limanına da uğrayarak 10 Mayıs 1891’de Shinagawa koyuna varmışlardır.
IV. ŞEHİT AİLELERİ İÇİN YAPILAN YARDIMLAR
JAPONYA’DAN GELEN YARDIM
Japonya’nın ünlü gazetelerinden “Yiji Şimbun”un topladığı 18.907 frank, 1890’da gazetenin muharrirlerinden Şotara Noda tarafından İstanbul’a getirilmiştir. Bu gazetenin sahibine üçüncü rütbeden Mecidi nişanı verilmiştir. Daha sonra da Yakın Doğu Ticaret Komitesi Şefi Torajiro Yamada, Tokyo zenginlerinden toplanan parayı 1891’de İstanbul’a getirmiştir. Bu iki kişi Abdülhamid’in isteği üzerine, Türk subaylarına Japonca öğretmek için kalmışlardır. Kendileri de Türkçe öğrenmişlerdir.
Ayrıca İmparatoriçe ve Japon prensesleri ile diğer kişilerin verdikleri hediyeler de şehit ailelerine verilmek üzere İstanbul’a gönderilmiştir.Yine Hebyo, Şadinci Şimpo gazetelerinin topladığı 13.862 kuruş da yardım komisyonuna verilmiştir.
Afadülhamid, 1891’de yaverlerinden yüzbaşı Mehmet Bey’i teşekkür için Japonya’ya göndermiş ve Meiji’ye bir Arap atı hediye etmiştir. Hüsrev Gerede, saklavi cinsinden olan bu atın, bugünkü imparatorun askeri törenlerde bindiği güzel kır atın ceddi olduğunu da Tokyo’da iken duyduğunu ifade etmektedir.
OSMANLI DEVLETİ’NDE TOPLANAN YARDIM
Padişah’ın isteği üzerine İstanbul’da bir “Askeri İane Komisyonu” kurulmuş ve yapılan bütün yardımlar bu komisyon bünyesinde toplanmıştır. Mesela, Girit’te toplanan yardım, yukarıda bahsedilen Japonların gönderdikleri yardımlar, hep bu komisyona verilmiştir. Komisyon da tespit ettiği şehit ailelerine bu miktardan dağıtmıştır. Bu konuyla ilgili, şehitlerden sağkolağası çarkçı Mehmed Arif Efendi’nin oğlu Rasim Efendi’nin ayağından ameliyat olması sebebiyle çalışamadığından, babasının vefatından dolayı tahsis edilen yüz yetmiş dört buçuk kuruş maaşın kendisine verilmesi hususuna dair Bahriye Nazırı’nın tezkeresi örnek olarak verilebilir.
Yapılan yardımlara bakıldığında, her kesimden kişilerin güçleri nisbetinde bu komisyona katkıda bulundukları görülmektedir. Ertuğrul’un yabancı sularda batması halk üzerinde çok etkili olmuş, şehit ailelerine yardımı milli bir görev addederek ellerinden geleni yapmışlardır.
ERTUĞRUL ŞEHİTLİĞİ
Şehitler için üç anıt dikilmiştir. Birincisi Oshima halkı tarafından yapılmıştır. Buraya taştan bir kitabe dikilmiştir. Wakayama valisine, burada bir kabristan yapılmasındaki çalışmalarından dolayı ikinci rütbeden Osmani Nişanı verilmiştir. 1900 yılında da şehitlere ve şehitliğe ait fotoğrafları Yamada getirmiştir.
Anıt ikinci kez ise, 1929 yılında Türk-Nippon Ticaret Derneğinin yardımıyla düzeltilmiştir. Ertuğrul Anıtı’nın üçüncü kez düzenlenmesi de 3 Haziran 1937’de olmuştur.
YOLCULUĞUN ETKİLERİ
Ertuğrul Fırkateyni’nin Japonya’ya giderken yol güzergahındaki Müslüman ülkelerinin limanlarına uğrayacak olması, Halife bayrağını taşıyan bir elçi durumuna sahip olması demekti. Nitekim yol boyunca uğradığı İslam ülkelerindeki yerli Müslüman halk tarafından büyük ilgi ve sevgiyle karşılanmıştır. İlk defa bir Türk gemisinin buralara gelmesi ve Türk bayrağının dalgalanması, askerlerin Cuma günleri halk ile beraber namaz kılmaları, halk tarafından coşkuyla karşılanıyordu. Halk, Ertuğrul’a “bağımsız Müslüman toprağı” diye namaz kılmaya geliyor, bandonun verdiği konserleri dinlemek için ağaçların tepelerine kadar tırmanıyorlardı. En önemlisi de Cuma günleri hutbelerde halifenin adının okunmasıydı. Bu coşku sömürge yöneticilerini de etkilemişti ki, Türk subay ve erlerine büyük saygı göstermişlerdir. Bazı Avrupa çevreleri tarafından Abdülhamid’in Japonya ile ilişki kurma teşebbüsü Japonları İslama davet şeklinde yorumlanmıştır. Bunun sebebi halkın gösterdiği coşkulu davranışlardır. Avrupalılar bir pan-İslam hareketinden korkuyorlardı. Yine halktaki bu coşkunun sebebinin ne Abdülhamid’in ne de Türk subaylarının rolü olmadığını, içlerinden gelen bir davranış olduğunu görüyorlardı. Onları asıl korkutan da buydu.Ertuğrul yolculuğunu tamamlayabilseydi bu anlamda yaratacağı etki daha büyük olacaktı.
Yolculuk boyunca yerli halk Müslüman oldukları için Türk askerlerine gösterdikleri yakın ilgiyi, onlara yardım ediyorlar diye Japonlara da gösteriyorlardı.
Japonya’daki Fransızlar ve Ruslar, Ertuğrul’un bu ziyaretini samimi karşılamışlardı. Memnun olmayan ise İngilizlerdi. Çünkü yol güzergahındaki Müslüman limanlarını ziyaretleri İngilizlerin Asya siyasetine ters düşüyordu. Onlar bu ziyaretleri Aden, Hindistan ve Güney Asya’da Osmanlı Devleti’nin propagandası olarak mütalaa ediyorlardı. Bu sebepledir ki İngilizler, İngiltere’nin Asya’daki nüfuzunun kırılacağı düşüncesiyle Ertuğrul’un faaliyetlerini yakından izlemişlerdir. Onları endişelendiren Panislamizmin buralarda yayılmasıydı.
Hollanda ise geminin yolculuğu sırasında duruma göre hareket etmiştir. Gemi Japonya’ya giderken, Osmanlı hariciyesinin Hollandalı sömürgecileri fazla rahatsız etmemesi için Sunda Adası’na uğramamasını istemesiyle buraya uğranılmamıştı. Bunun üzerine burada hemen Osmanlı Devleti aleyhine yazılar yayınlanmıştır. Halbuki başta, geminin uğrayacağını zanneden yöneticiler, halkı kontrol edebilmek için, Hollanda’nın Hind denizinde idaresi altında bulunan limanlara, Türk temsilcilerine gereken saygının gösterilmesi için emirler göndermişti.
Nitekim, Osmanlı Devleti’nin, Lahey Sefareti Maslahatgüzarı’ndan Hariciye Nezareti’ne gönderilen 18 Mayıs 1899 tarihli ve 44 numaralı ve “Felemenk müstemlekatında bulunan Avrupalıların haiz bulundukları imtiyazatı Japonyalılara da bahş ve ita eden kanun lahiyasmın bu kere meclis-i mebusan tarafından kabul ve tasdik edilmiş olduğu…” şeklindeki telgraftan Hollanda’nın daha sonraki yıllarda Japonya ile ilişkilerine daha fazla önem vermeye başladığını söyleyebiliriz.
Rusya için ise, Ertuğrul’un Japonya’ya gitmesi Türk-Japon ilişkileri açısından çok önemli görünmüyordu. Bu konu ile ilgili olan yazıların çoğunda “talim gemisi” ifadesinin Türk-Japon dostluğunun gelişmesini istemeyen Rusları kışkırtmamak için bir bahane olduğu söyleniyordu. Oysa daha önce de belirtildiği gibi Ruslar, bu geziden zararlı çıkacak tarafın İngiltere olacağını düşünüyorlardı.
Ertuğrul’un Japonya’da kaldığı zaman içinde buradaki Rusların Ertuğrul’un mürettebatına çok iyi davrandığı Osman Paşa’nın mektubundan anlaşılmaktadır. Kazadan sonra ise Rusya, Almanya’nın yardım ettiğini görünce, yardım etmek bir yarışmış gibi bu yarışa katılmıştır. Almanlar kazazedelerin taşınması için “Wolf “adlı harp gemisini göndermişlerdi. Ruslar bunun üzerine harekete geçmişler, Japonya’daki Rus sefiri kazazedeleri İstanbul’a götürmeyi Japon hükümetine teklif etmiştir. Japonlar bunu Osmanlı hükümetine bildirmişlerdir. Osmanlı hükümeti tarafından bu sakıncalı bulunmuştur. Daha sonra Japonların ısrarı üzerine, Japon İmparatoru’nun kazazedelerin Japon gemileriyle götürülmesi teklifi kabul edilmiştir. Rus sefirine bu teklifinden dolayı da Osmanlı Devleti tarafından madalya verilmiştir.
Fransa’nın da Ertuğrul’un denizden çıkarılan eşyasının İstanbul’a getirilmesi konusunda bir girişimde bulunduğu görülmektedir. Mesajeri Kumpanyası’nın İstanbul temsilcisi Martin de Palyer, Hariciye Nezareti’ne gelerek, eşyanın kumpanyaları aracılığıyla İstanbul’a getirilmesini teklif etmiştir.
Görüldüğü üzere Ertuğrul’un Japonya yolculuğu Ruslar’ı pek de fazla rahatsız etmemiştir. Ancak yine de Abdülhamid, Ruslar’ı kuşkulandırmak istememiştir.
Mesela, kazazedeleri İstanbul’a getirmekte olan iki Japon harp gemisini, Çar’ı kuşkulandırmamak için ilk önce İzmir’e göndermiştir. Bununla birlikte, bu yolculuk en çok İngiltere için tehlike arzediyordu. Çünkü Osmanlı İmparatorlu’ğu bu yolculuk sayesinde İngilizlerin Osmanlı Devleti aleyhindeki hilafet kampanyasına karşılık veriyordu. Bir anlamda Avrupalı devletlerin, özellikle İngiltere’nin sömürgesi altındaki Müslüman ülkeleri ziyaret ederek, halkın bu Türk gemisine karşı olan coşkusunu ve ilgisini göstererek onları uyarıyordu. Bir diğer yandan da Uzakdoğu’da emelleri olan Rusya’ya karşı kendine bir müttefik arıyordu.